16 Ağustos 2016 Salı

Atonement (Kefaret) - 2007-

Film Türü: Drama
Film Süresi: 2 Saat 3 Dakika

   Ian McEwan'ın kitabından uyarlanan ve Joe Wright'ın (Pride & Prejudice - Anna Karenina) yönettiği filmin başrollerinde Joe Wright'ın favori aktrisi Keira Knightley (Pirates of the Caribbean, Imitation Game, Anna Karenina, A Dangerous Method) ve James McAvoy (X-Men -Charles Xavier-) oynamaktadır. En iyi film dahil 7 dalda Oscar ödülüne aday olan film en iyi müzik dalında Oscar ödülünü kazanmıştır. 



   İngiltere'de, 2. Dünya Savaşı arifesinde varlıklı Tallis ailesinin evinde anne ve iki kızı birlikte yaşamaktadır. Baba işinden ötürü evde çok bulunamazken, zamanında sahiplenerek okuttuğu çocuk (James McAvoy -Robbie Turner) ve kahya olan annesi de aynı evde yaşamakta ve aileye hizmet etmektedir. Küçük kız Briony Tallis (Saoirse Ronan) abisi Leon'un gelişi adına yazdığı oyunun provasını evde misafir olarak bulunan akrabaları Quincey ailesi çocuklarıyla yaptıktan sonra camdan dışarıya bakarken ablası Cecilia (Keira Knightley) ve aynı yaşlardaki kahyanın oğlu Robbie'yi görür. Her küçük kız gibi (küçük derken neredeyse bütün kızları kastettiğimi belirtmek isterim) farkında olmadan babasının yerini doldurmaya çalışırken Robbie'ye (umarım bu cümleden her küçük kızın Robbie'ye aşık olduğunu anlayan bir okurum yoktur) aşık olan Briony, gördüğü sahne sonrasında aşkını ablasına kaptırmakta olduğuna inanmaya başlar. Rekabet şartları çok eşit olmasa da o yaştaki birinin korktuğu şeyin olmasını istercesine bir özgüvene sahip olduğunu hesaba katarsak bu inancın o sahne için çok da abartılı olmadığını düşünmeye başlayabilirsiniz sanırım (bir de bu cümleyle ne kastettiğimi anlatabildiysem -anlayabildiyseniz değil! müşteri her zaman haklıdır- tabii).

  Abi Leon eve gelirken kendisi gibi varlıklı bir ailenin çocuğu olan Paul Marshall (Benedict Cumberbatch) ile gelir. Cecilia, abisi ve arkadaşını karşıladığı sırada Briony, Robbie'nin mektubunu ablasına iletir. Okumaması gereken bu mektubu okumuştur ve bu mektup +18 öğe barındırmaktadır. O andan itibaren olayların gelişimi 13 yaşında bir çocuk için tamamen yabancıdır ve Briony 13 yıllık öğrendikleriyle olayları anlamlandırmak adına doğaçlama yapmak durumunda kalır. O günün akşamı evdeki soylu misafirimiz Paul, abla Quincey'e tecavüz eder ancak olayın tek görgü tanığı Briony'dir ve o da ablasıyla girdiği rekebetin olası negatif sonucunun sorumluluğunu üstüne almak istemediği için gördüğü değil, görmeyi seçtiği şeyi ailesine ve polislere anlatır. O andan itibaren Robbie'nin cezalandırılması, üzerine orduya katılması ve ablasından gördüğü tepki Briony'nin üzerinde sorumluluğunu alamayacağı kadar büyük bir travma yaratır. 

   Bir kitaptan uyarlama olan film bu küçük kızın travması üzerinedir ve bu küçük kız hayatı boyunca bu hikayeyi kendini aklayacak bir biçimde yazmaya çalışır. Ne kadar ablasını ve Robbie'yi birlikte hayal etmeye çalışıp kendini affetmek istese de tek kurtuluşunun bir canlı yayında, ölmeden önce olayları olduğu gibi anlatmak olduğunu fark eder ve adeta günah çıkartır. 




   Zaten kitabı olan bu film hakkında daha fazla ayrıntı vermeyi gerekli görmüyorum çünkü bu filmi burada paylaşma amacım hem bu filmi izlemeye birilerini teşvik etmek hem de sorumluluk kavramı üzerinde düşünmeye yönlendirmek. Film bittiğinde muhtemelen 13 yaşında küçük, tatlı ve masum bir kızın panik halinde söylediği bir yalandan ötürü hayatının mahvolmasına çok üzüleceksiniz, çünkü çoğunuz her ne kadar yaşadığınız travmatik olaylarda kendinizi masum görmek isteseniz de sırf etrafınızdaki insanların sizi anlamayacağından korktuğunuz için geçmişteki negatif duygulanımlarınızın daha şirin bir biçimini bugüne taşımaya çalışarak vakit geçiriyorsunuz (ki bu da kendinizi masum görmediğinizi gösterir). Bu uzun cümlenin daha iyi anlaşılabilmesi için biraz açılması gerektiği fikrine katılıyorum; etrafımızdaki hemen her insan, çok küçükken yaşadığı üzücü olayların sebebini bilmediğinden, bu sebebi öğrenmek ve bir daha üzülmemek için çabalar. Ama malesef asıl amaç üzülmemek iken, çabalamanın sonuçları ironik bir şekilde üzücü olayın benzerlerini yaratmak olur. A evet yine maleseftir ki 75 yaşındaki insan da bunu masumca yapar 8 yaşındaki de... Birilerinin masumluğu için neden mi malesef kelimesini kullanıyorum? Çünkü bu değer yargılarının sonucunda kimsenin derdinin diğerinden daha özel olmadığı, bir çocuk katilinin de, bir darbecinin de, hayırsever bir kurumda çalışan bir insanın da eşit olduğu sonucu çıkıyor. Sizler bunu kabul etmeyebilirsiniz pek tabii; çeşit çeşit insanları yargılayabilir ve olumsuz sonuçlara da varabilirsiniz (Evet hem Tanrı'nın varlığına inandığını söyleyip hem de insanları cezalandırmak isteyen kibirli kesim, siz!). Ancak unutmamak gerekir ki, vardığımız her yargı, benzer bir olayla biz karşılaştığımızda bizim hakkımızda varılacak olan yargının ne olduğuna dair inancımızı gösterir; ki bu da bizatihi kendimizle ilgili vardığımız yargının kendisidir. Sırf bir şeyle uğraşamadığımızdan sıkıldığımız için veya yanımızdaki arkadaşımız yarın bizi kollasın diye Ahmet'in yaşadığı olayı yanımızdakinin değerler süzgecinden geçirerek yargılayıp Ahmet'i darağacına yollamadan önce belki birkaç saniye daha fazla düşünebiliriz. Sonuçta yaşadığımız yerde hala problemlerimizin sorumluluğunu bir kişiye yükleyip 'idam cezası olmalı' diyecek kadar naif bir toplumuz. Buradaki naif kelimesi '10 yaşındaki çocuğun beyni'nin kibarcası, '10 yaşındaki çocuğun beyni' de aptalın betimlemesi, aptal da az hayat deneyimi olan veya yeteri kadar kaybetmeyi öğrenememiş bir insan olarak açıklanabilir belki...

   Çocukluğunu özlerken sırf tekrar çocuk olamayacağına inandığı için bazılarının hareketlerini 'çocukça' diye nitelendirip buradaki çocukluk kavramını negatif kullananlar, çocuklarını kısıtladığında 'yetişkin olduğunda yapabilirsin' diyen ebeveynler ve '10 yaşındaki çocuğun beyni' kalıbını sırf negatif bir kavramı açıklamak için kullanan ben; bence hayatın ne olduğunu tam olarak bilmeyen ve hiçbir zaman TAM olarak bilemeyecek olan bizler, sürekli değişen fiziksel gerçeklikler karşısında birbirimizin yaşam alanına girdiğimizde kendini güvende ve mutlu hissetmek için belirli değerlere ihtiyacımız var. Tahmin ettiğimiz gibi bu değerler dışarıda başkaları tarafından değil, her bir an kendimiz tarafından yaratılıyor. 'Ben' demeye devam ederek karşımıza 7 miyar 'sen' koymak da bize kalmış, 'biz' demek de...

   Bence kaybedebilen insan kaybetmiş olmaz. Bir kere kaybedilir, o da ölümdür; ölüm de hayatın sonu değildir. İyi seyirler...

3 Temmuz 2016 Pazar

OLDUĞU YERDE OLMAYAN



   Beynimde yine o sıcaklık, ne olmuyor? 'Ben' ateş altında, unutmalıy... Evet, daha berrak; inkar edemeyeceğim bir gerçek var, oradan öyle görünüyor. Ancak gelecekte bu düşüncenin Ben'e daha fazla atfedilmesi düşüncelerimi fiziksellikle doyurmama engel olabilir. Ateş ateşi söndüremez, daha önce deneyimledim. Açıkçası çok isterdim onun yok olmasını, ama şu anlık... Hepsinin birbirinin aynısı, sadece farklı biçimler olduğunu biliyorum. Eskiden olsa ona fiziksel acı verme arzusu duyardım, hala duymuyor da değilim; ama artık bunun da içimdeki o sıcaklığı, acı istencini doldurmak için beyhude bir girişim olduğunu düşünüyorum. Hep fazlalık kalıyor... Birini dövsem de sevsem de artıyor, bir şeyler eksik kalıyor bir şeylere göre; zaman hep bir yer açıyor. Gülüyorum... Hiçbir öfke kalmadı, aşkı fiziksel dünyada arayanların renk körlüğüne bir panzehir: güler yüz... Negatifin pozitif içinde çözülüşünü hissediyorum, bir nevi orgazm gibi. Ama karıştırmamak lazım, onlarınki çift negatif, onlar hep yeni ister. Yeniyi buluyorlar da, hakkını vermem lazım, ama zaman? Ah gördüğüne inananlar! Zaman 'değil' dediği anda eskiyor hediyeler ama körler farkında değil, yenilik korkuyor eskiden ve bu korku diyor: 'değil'! Tamam metafizikçilerin ukalalığını yaptığımın farkındayım, biri olmadan diğeri olmaz evet! Olmadan olmaz? Yine çift negatif... Yaratamayacağını bilmene rağmen başkalarının beyhude yaratma çabasını engelleyerek teselli bulmak... Hayıra nasıl hayır diyebiliriz? Karşı çıktıkça ısınıyor, yine beynimde çakıyor şimşekler! Her ihtimale karşı hiçbir ihtimali düşünme(me)liyim. Evet, güler yüz yine bitmeyen enerjisiyle ışıyor. Tipik bir görüntü yine gerçek dışılığıyla burada. Zorunda olmasaydım da yapmamak ister miydim acaba? Cevap ver bana düzen!

   Olmama kaygımız bir ihtimaller bütünü yarattı. Bunun için olabildiğince fazla geçmiş saklayıp onu yansıtıcı olarak kullanmamız ve bir yapıntı gelecek yaratmamız gerekiyordu (ki bu esnada burada bulunmadık). Varoluşa fazladan hiçlik yedirerek dışkılamaya zorladık. Sonunda boktan bir imparatorluk kurduk.

   Eksik olma!

8 Mayıs 2016 Pazar

TOTEM

   Tek bir an vardı, hissedip hissedebileceğim en yüce duyguyu hissettiğimi biliyordum ve o anı ölümsüzleştirmeye o kadar çabuk karar vermişitm ki bunun için ilk aklıma gelenden öncesini yaptım ve bu anı öldürdüm. Evet, bilen kişi ben'di ve hemen o anda, daha fazla mükemmelleşemeyeceği anda ürperdi. Her şey paramparça olmuştu, düşüncenin fısıltısıyla zaman kendini gösterdi, yasak meyvenin içeriği bir kez daha sırra kadem bastı. Çok çabaladım o anı hatırlamak için. O anda orada olan birine yükledim ilk, en mantıklı seçenek oydu, çünkü mantık kullanabiliyordu. Ancak aradan geçen uzun zaman sonra o kişinin bana hissettirdiklerini o günkülerden farklı görmeye başladım. Fısıltı tekrar duyuldu, o anın sorumlusunun o kişi olmama ihtimali bana hatırı sayılır bir yüzde olarak görünmeye başladı. Arayışıma devam ettim ama o anda bulunan diğer görselleri mantığıma uyduramıyordum. Masada duran vazonun veya televizyon kumandasının bir büyüsü olamazdı bu. Arayışım dünya zamanıyla tam üç yıl sürdü, yaşlandım. Aradığımı bulacağıma olan inancımın git gide azaldığını fark ediyordum çünkü hayal kırıklığım neredeyse bana ne aradığımı unutturacak kadar büyüktü. Sırasıyla geçen anların hepsinden küçücük bir umut kadar azı, bana 'o an olmayan' olarak gözüküyor, hemen o an da kalan küçücük umutla kıyaslanıyor ve kocaman bir tiksinti olarak kalıyordu. Aklıma ilk gelen 'neyin bu kadar küçücük bir parçası diğer her şeyi bu kadar çirkin gösterebilir?' sorusu değil de, 'bu duygudan daha da kötüsü ne olabilir?' sorusu geldi. İntihardı o son umut. Ancak mantığım hızını almıştı; uğruna arayışa çıktığım andan kalan tek gerçeklik benim bedenimdi ve ben uçurumdan aşağıya bakıyordum. Ve işte tam o an, tam da uçurumun derinliğinde o ürpertiyi hissettim. Herhangi bir maddesi olmayan en muhteşem korkuyu... O anın hemen sonrasında hissettiğim ürpertiydi bu, hiçliğin ürpertisiydi, her olanın üzerindeki ateşli kılıçtı, alnımızdaki nişandı... Korku, zirvesinde kendi kendini tüketti, aynı o muhteşem anın kendi kendini tükettiği gibi... O eski muhteşem anın ölmüş olma ihtimali neyse, ölümün içinde hiç korku olmama ihtimali de oydu. Ve işte, yine, daha öncesi hiç yokmuş sonrası da olmayacakmış gibi, an buradaydı. Birlik vardı, uyum vardı, kabul vardı, her şey vardı bu anda, bir tek zaman yoktu. Hiçbir parçası diğerinden güzel veya çirkin değildi, hepsi görüntüde birbirinden farklı olduğu kadar birbirine eşitti; sıradanlığından mükemmellik akıyordu. 'Ben hep buradayım' der gibiydi ama fısıltı 'hep' kelimesi yerine 'her zaman'ı tercih etti. Gözlerimden yaşlar boşanırken bu anı bir fizikselliğe hapsetmem gerektiğini farkettim, bir toteme ihtiyacım vardı...


11 Mart 2016 Cuma

Room (Gizli Dünya) - 2015

ÖNSÖZ

   Tekrar merhaba. Yaklaşık üç buçuk aylık bir aradan sonra burada tekrardan yeni bir şeyler var olmaya başlayacak. 'Room' filminde neler olduğundan çok, bu filmle hayatlarımız arasında bir analoji kurup, görüntülerimizdeki tarihsel kirliliği temizlemeye çalışmak bu yazının ana amacı... Filmde küçük Jack ve annesi nasıl küçük bir odada hayatlarını sürdürmeye çalışıyorlarsa bizler de bu kocaman dünyada, kendimize oluşturduğumuz küçücük odada yaşıyor ve dışarıya, hem de çok çok yakınlara görmediğimizi sandığımız kalın duvarlar dikiyor ve hayatlarımızı korku içinde sürdürmeye çalışıyoruz. Bu birkaç cümle yalnız başına biraz muğlak kalsa da, yazının konusuna zemin oluşturacaktır; okurun bakışındaki inanç ışığı yazına direkt olarak düşebilirse bu zemindeki ağaç filizlenerek zeminin sağlam olmasına mutlak bir şekilde katkıda bulunur. Her şeyden önce bu yazının amacı evrensel değerler oluşturarak herkesin bakışındaki tortuları temizlemek olduğundan, karşınıza bakışınızın berraklığını test edebilmeniz için sizin özgürlüğünüze köle olmayı baştan kabul etmiş bir yazın çıkarıyorum.


Film Türü: Dram
Film Süresi: 1 saat 58 dakika

   Film Emma Donoghue'nin aynı isimli kitabından beyaz perdeye uyarlanmıştır. En iyi film, en iyi yönetmen, en iyi uyarlama senaryo ve en iyi kadın oyuncu akademi ödüllerine aday olan 'Room' filminde başroldeki Brie Larson (12 Short Terms) en iyi kadın oyuncu ödülüne layık görülmüştür. Yönetmenliğini Lenny Abrahamson'un yaptığı film 13 milyon $ bütçe ile çekilmiş ve şu ana kadar yaklaşık 30 milyon $ hasılat elde etmiştir.

   Küçük bir odada başlıyoruz filme ve küçük Jack'in beş yaşına girmek üzere olduğunu, annesiyle bu odada yaşadığını öğreniyoruz. Aralarındaki diyaloglar, yaşadıkları ortak geçmişe ışık tutuyor ve kısa sürede çocuğun beş yıldır bu odada yaşadığını, annesinin de bunca zamandır aynı odada kendisine baktığını anlıyoruz. Hayatta kalmaları için gereken asgari ihtiyaçları da Yaşlı Nick diye hitap ettikleri bir adam getiriyor. Odanın kapısı çelik, şifreli bir kilide sahip ve anladığım kadarıyla da duvarların ses yalıtımı özelliği var. Tepesinde ise gün ışığının içeri girmesini sağlayan küçük kare bir pencere mevcut. Yaşlı Nick kapının şifresini bilen tek kişi ve kendisi odaya geldiğinde Jack gardırobunda durmak, annesi de Nick girerken o yöne bakmamak zorunda. Bu kısıtlamalar tabii ki Yaşlı Nick'in dış dünyadan sakladığı bir yaşanmışlığı simgeliyor. Yaşlı Nick beş yıl önce köpeğine yardım etmek isteyen kadının bu niyetini istismar ederek kaçırmış ve bu küçük odaya kapatmış, daha sonra da ırzına geçmiştir. Yaşlı Nick'in başkalarının öğrenmesinden korktuğu bu edimi beş yıldır bu odada yaşıyor ve bu edimin başkaları için var olmaması, dış dünya ile Yaşlı Nick arasında çok büyük bir savunma duvarı oluşturuyor. Bu duvarın Yaşlı Nick'e imlediği duygulanımlar ise odayı bir korku kapanına çeviriyor. 
   
   Modern zaman filozoflarının da belirttiği üzere bir insan için iki karakterin varlığından söz edebiliriz; kendi-için-varlığı ve başkası-için-varlığı... İnsanın kendi-için-varlığı kısaca bütün düşündükleridir. Her düşüncemizin kendimiz-için ayrı bir varlığı vardır ve bizler vardığımız yargılara veya dürtülere göre edimde bulunarak başkası-için-varlığımızı oluştururuz. Başkalarının bakışına sunduğumuz ve isimlendirdiğimiz bu varlık, kendimizin gıdasıdır. Ben Ahmet'le konuşurken, o anda düşündüğüm şeyi Ahmet'e ne kadar iyi aktarabilirsem kendi-için-varlığım Ahmet-için-varlığıma o kadar yakın olacak ve Ahmet'e baktığımda (veya Ahmet'i düşündüğümde) Ahmet'teki İrfan'ın bana benzerliği beni mutlu edecektir. Bu aktarma kısmında 'iyi' diye nitelendirdiğimiz kısım kullandığımız dilin düşüncemizi betimleyebilecek araçlara sahip olmasını, 'yakın' diye tabir ettiğimiz kısım ise bu betimlemenin kendi-için-varlığıma benzerlik yüzdesini göstermektedir. Kendi-için-varlığım bir kitap, başkası-için-varlığım ise bu kitaptan uyarlanan bir filmdir. Kitap zamanın ilerleyiş hızıyla yazılırken filmin çekimi çoğu zaman bu hıza yetişemez ve ben İrfan'ı sürekli bir şekilde bu kitaba göre yorumlarım. İrfan'ın tamamen ben olması hiçbir zaman mümkün olmayacaktır çünkü düşüncelerim ve yaptıklarım sürekli değişse de ben hep aynı benimdir ve İrfan'ın üzerinde sürekli farklılaşan zamanın ateşli kılıcı dönmektedir. Bu sebeptendir ki benim mutluluğum, hiçbir zaman aynı olmayacak bu iki kişinin benzerliğine bağlıdır. Kendi-için-varlığımın kara deliğinde dönüp duran düşünceler kendini fiziksel dünyaya açarak kullandığı bedeni doyurmak ister. İşte tam burada yüzyıllar boyunca içinden çıkamadığımız işin metafizik boyutuna geliriz...

   Fiziksel dünyada oluşturacağım kişinin hiçbir zaman kendi-için-varlığımın bire bir aynısı olamayacağının bilinci bende Sartre'ın tabiriyle bir bunaltı hissi oluşturur ve benim bilincimin doyumu (biz buna mutluluk deriz) tamamen bir salt inanca dayalı hale gelir. Çünkü başka insanlarda oluşturacağım İrfan için kullandığım dil (şu anki gibi yazı, konuşurken kullandığım sesli dil, vücut dili vb.) kendi kendime kullandığım dilden farklıdır; ben Ahmet'e kendi hatırladığım deneyimlerimin mekansallığında, o deneyimlerimin bir parça taklidini sunarım ve Ahmet de benim kendisine yansıttığım bu taklit parça ile kendi deneyimlerini araştırarak benzer olanlara çağrıda bulunur. Bu benzerliğin yüzdesi Ahmet'in beni anlayıp anlamamasını sağlar. Bu ilişkiler sürekli bir şekilde hiçbir zaman tekrar aynısının olamayacağı deneyimleri canlandırmaya çalışmakla geçer ve canlandırdığımıza olan inanç da karşımızdaki ile hemfikir olmamıza bağlıdır. Einstein'ın da daha önce söylediği gibi fiziksel dünyada her şeyin varlığı bir başka varlığa görecedir. İrfan'ın başka insanları referans olarak göstermesinin sebebi de bu konunun daha önce güvenilir insanlar tarafından farklı şekillerde ifade edildiğini göstererek bahsettiği konunun gerçekliği konusunda inanç elde etme çabasından da farklı bir şey değildir. 

    Yoğun felsefe içeren bu iki paragrafın konusuna daha sonra sonsöz bölümünde döneceğiz. Felsefe dediğimiz araç ile parlaklaştırdığımız bakışımızı filme yöneltirken Freud'un süper ego diye tabir ettiği yapıntı Tanrı'yı da işin içine katmamız gerekiyor. Nick odayı kendine mal etmeye çalışırken kimden saklıyor? İçinde bulunduğumuz sistem, hayatta kalabilmemiz için gereken ihtiyaçları elde etmemize olanak sağlayan tek aracımız; bize çalışmamızın karşılığında belirli bir miktar para ödeyip yiyecek, içecek vb. ihtiyaçlara kolay yoldan ulaşmamızı sağlıyor (medya aracılığı ile hayatımızı sürekli bir şekilde kolaylaştırdığını düşünmemizi istiyor da diyebiliriz). Bu sistemin içinde basketbolcu İrfan, kasap Ahmet, şöför Mehmet gibi kişiliklere sahip oluyoruz ve sisteme daha iyi hizmet edebilmek için sistem bize doğduğumuz andan itibaren belirli, hazır bilgiler sunuyor. Her insan birbiri ile iletişime geçtiği zaman hemfikir olabileceği, yanında biraz daha kendi hissedebileceği bu tabular (en basit örnek öldürme yasağı, ensest ilişkinin kötülüğü gibi) insan bilincine yetişme döneminde emekleme imkanı tanırlar. Etrafıma baktığımda diğer bakışların da en azından benimle aynı gördüğü belirli doğrular vardır ve kendimi güvende, kendi-için-varlığıma yakın bir başkası-için-varlık oluşturabilecek bir ortamda hissederim. Ancak fiziksel dürtülerim, etrafımdaki bilinmezlikleri sürekli bir şekilde aydınlatma ihtiyacım vb. etkiler bana sistemin yasak olarak öğrettiği bazı olguları düşünmemi sağlar; en azından o zamanlar bana düşündüğüm her şeyden sorumlu olacağımı ve bunu kontrol etme gücünün bende olduğunu söyleyen kimse olmadığı için edilgin bir durumda hissederim kendimi. Örneğin Mehmet ergenlik döneminde kafasından bir ensest ilişki geçirir ancak bu düşünce fiziksel dünya ile doyurulmaya kalkışıldığı anda toplum normlarının şiddetli bir tehdidi altında kalacaktır ve bilinç kendi kendine, ileride kafasından geçecek düşüncelerini daha rahat bir şekilde fiziksel dünya ile doyurmak adına bu düşüncesini dışarıdan saklar. Ancak bu düşünce Mehmet-için var olmuştur ve içinde barındırdığı imgeler, hayatının geri kalanında farklı mekanlarda, parça parça da olsa karşına çıktığında Mehmet'e çağrıda bulunacaktır ve Mehmet zamansal dünyada geçmişte kalan bu düşünceleri aklına getirdiği anda o anda oluşmakta olan şeyleri berrak bir şekilde görememeye başlayacaktır. Mehmet'in kız kardeşine baktığı anda saklayacağı bir düşünce vardır ve kız kardeşi-için-Mehmet çoktan Mehmet-için-Mehmet'ten farklılaşmaya başlamıştır bile. Diğerleriyle bizi aynılaştırarak bize güvenlik sağlayan bu tabular bizim topumuz, tüfeğimiz, savunma duvarlarımızdır; ancak bu ve buna benzer tabuların doğruluğunu sarsacak düşünceler kafamızdan geçtiği vakit bu tüfeği bir anda kendimize çevrilmiş buluruz ve her sakladığımız düşünce, imgesine içeriğini yeteri kadar teslim etmedikçe gözümüzün önüne zamanın kumundan bir miktar bırakacaktır. Filmi izleyenler de görecektir ki Jack'in dedesi Jack'in bulunduğu yerde görece yararlı sistemimizin kendisine doğrulttuğu bir silah varmışçasına Jack'in o tatlı suratına dahi bakamamaktadır.




   Filmde Yaşlı Nick'in geçmişiyle ilgi bir bilgi verilmese de gerçekleştirmiş olduğu eylemden travmatik bir kişiliğe sahip olduğu sonucunu çıkarabileceğimizi düşünüyorum. Belki Nick'in cinsel organının diğer hemcinslerinden küçük oluşu onun utanmasını ve kadınlar ile arasında mesafe koymasını sağlamıştır, veya ailevi travmalarından ötürü ergenlik döneminde bilincini yeteri kadar doyuramayacak duruma gelmiş ve arkadaşlarına olmadığı bir insan figürü çizmeye çalışmış, yalanları diğerleri tarafından farkedilmiş ve artık gerçek Nick'i oluşturmak için çok geç olduğunu düşünmüş, toplum için bir yabancı olmuştur; bütün bunlar da kurmak istediği aileyi hiçbir zaman kuramayacağını düşünmesini sağlamış ve bir kadını kaçırarak hapsedip ırzına geçmesine sebep olmuş olabilir, kim bilir? Nick'i çarmıha germeden önce sistemin kanunlarına görece olarak düzenlenilen doğru ve yanlışlardan öte o kadar çok düşünülmesi gereken ihtimal vardır ki sistemin kendisi bile insana güvensizliği simgeleyen bir üşengeçlik içinde ihtimalleri daraltarak bir kısa yola ulaşma çabasındaymış gibi görülür. Peki ya Jack'in annesi? Muhtemelen kapatıldığı odadan kaçmayı düşünmeden geçirdiği vakit çok çok azdır. Artık onun için dış dünyaya dair hatıralar can çekişmekte, her bir an ölümün fırtınalı denizinde daha da hasar almaktadır. Bulunduğu odadan bakıldığında, yani Nick'in karadeliğinden bakıldığında dış dünya ona bir cennet gibi görünüyordur; aynı hayattayken çok fazla sevmediğiniz bir insanı öldükten sonra sevmeniz gibi. Ancak odadan kurtulduktan sonra bir röportajda, Nick'e Jack'in iyiliği için onu bir hastaneye bırakmayı önerip önermediği sorulduğunda vicdanından yediği ağır darbe sonucu intiharın daha belirgin bir seçenek olarak var olmasına izin verecek zayıflığa düşer. Gözlerinin önünde, yeni bir dünyaya beş yaşında doğan ve bu vahşi dünya karşısında son derece hassas olan Jack vardır ve onun durumundaki sorumluluğu daha yeni bilincine görünmüştür. Aynı mekana bir de Jack'in gözünden bakmayı deneyelim. Dünyayı bir odadan ibaret zanneden, her uyandığında odanın parçalarına günaydın diyen, basit bir şekilde annesine Tanrı, Yaşlı Nick'e de şeytan muamelesi yapan, farklı beklentileri olmayışından ötürü hayal kırıklıkları da az olan bir çocuk... Bir farenin varlığı, annesine bir tehdit olarak görünürken ona çok fantastik bir arkadaş olarak görünebiliyor. Odadan kurtuluşu da Alice'in harikalar diyarına gidişi gibi oluyor, artık her şeye sahip olduğunu söylüyor.

   Burada tabii ki Jack, annesi ve Yaşlı Nick'in gözünden insanların ve diğer varlıkların nasıl gözüktüğüne dair çokça analiz yapılabilir ancak amacımız neyi nasıl gördüğümüze etki eden enerjiler ve bu enerjileri nasıl kontrol edebileceğimize dair teoriler üretmek olduğu için film analizini burada bırakıyorum. Yeterli bir tefekkür ile yukarıda örneği verilen bakış açıları okur için yeterli olacaktır.

Dünyaya çıplak gözle bakmak

SONSÖZ


   Biz, uçağımız varken emeklemeyi seçenler, nasıl uçabiliriz? Etrafımızda bu kadar insan varken ,yeryüzü bir cennetmişçesine nasıl yaşarız? Tabuları yıktığımız an dış dünya ile yeni tanışan Jack gibi savunmasız olacağımız doğru olabilir ancak sürekli emekleyen bir çocuk nasıl ilk ayağa kalktığında bocalıyorsa bizlerin de bocalayacağı kuşkusuzdur. Öncelikle belirtmeliyim ki yazının didaktik gibi gözükmesi okuyucuyu itebilir, bunu engellemek adına hatırlatmam da fayda vardır ki benim de bunları yazma amacım, bütün bunlara olan inancımın güçlü kalması adına bir ibadettir ve bu inanç başka insanların, yani sizlerin özgürlüğünden bağışık değildir. Gözünüzün önündeki resmin güzel ağacına odaklanıp ağaca doğru ilerlerken ihmal ettiğiniz ve gözünüzü çevirip bakmadığınız yerdeki bir cam size ciddi bir hasar verebilir elbet; sonrasında da Bruce Wayne gibi bu camı kimin koyduğunu ararken bir intikamcı olup farkında olmadan savaş açtığınız sisteme yardım ediyor olabilirsiniz.

   Kendi-için-varlığım ile başkası-için-varlığım nasıl birbirine çok yakın olabilir ve bu şart mıdır? Öncelikle çok yaygın olarak kullanılan 'iyilik' yanılgısı üzerinde durmalıyım. İyilik sanki başkalarına bahşedilen bir lütuf gibi görülmektedir ve bu bakış açısı amacımızın ters yönünü gösteren bir yol tabelası gibidir. İnsanın kendi-için-varlığı, artık evrensel bir yasa olarak kabul edilen evrim teorisinin yasalarıyla işler. En güçlü olan hayatta kalır... İnsan her bir edimini, kendisi için en iyi olduğunu düşündüğü şekilde gerçekleştirir. İnsanı hayvandan ayıran en önemli özellik olan düşünce, bu cümleden sonra size şu şekilde fısıldayacaktır 'ne münasebet, ben o kadar bencil bir varlık değilim!'. Burada ben ile kendi arasındaki fark hakkında konuşup daha fazla kafa karıştırma niyetinde değilim ancak şunu söyleyebilirim, bencillik kavramının kötü olarak kabul edilen bir kavram olması, 'acaba gerçekten öyle miyim?' diye kendime bir soru yöneltmeden önce kısa yoldan bunu olumsuzlamam için bana bir araç olarak gözükecektir. Eğer başkası-için-varlığım bu iyi ve kötüye karar verdiği düşünülen sistemin içinde güçlü silahlara sahipse bu soruyu hiç kendime yöneltmem bile. Şimdi biraz bu sisteme büyüteçle bakmamız gerekiyor ve eğer gerçekten zararlı yönleri gösterilebilirsek belki sistemin bize yakıştırdığı sıfatların insanların bizim hakkımızdaki gerçek düşüncelerinden değersiz olduğunu anlayabiliriz.

   Sistemin bize yaşamımız için gerekli olan fiziksel ihtiyaçları sağlaması haricinde pek bir yararı olduğu söylenemez. Sistemi günah keçisi ilan etmek de yanlış olacaktır çünkü bu edim, sistemin insanlardan daha güçlü olduğunu kabul edip boyun eğmek zorunda olduğumuzu olumlamak olur. Biz sistem ve insanı karşı karşıya getiriyoruz ve mutsuzluğumuzdan sistemi sorumlu tutmadan önce kendimize bakıyoruz. Sistemin bize sağladığı para ile hayatımızı garanti altına aldıktan sonra hızlı bir şekilde kendimizi farklılaştırmaya çalışırız. Üzerimize farklı giysiler alır, başka birinin üstünde görünce üzülür hatta utanırız. En pahalı olan ürünler en az üretilenlerdir ve onlara sahip olanlar en farklı insanlardır. Kendimizi farklılaştırır ve bir isim veririz, mesela ben İrfan'ım. Daha sonra sonsözde döneceğimi söylediğim konu da burada başlıyor. İrfan benim başkası-için-varlığımdır, bu fiziksel dünyaya ait olan parçamdır. İnsanlar istediklerini yapabilmek için yığınla para biriktirir ve harcarlar, etraflarında istedikleri insanları bulundurmak isterler ve istedikleri yerde olmak isterler. Çoğunlukla televizyonda gösterilen mutlu insan figürleri kafalarındaki cennet imgesini oluşturur ama hep bir cennet imgesi vardır. Bu imgedeki yere benzer yerlerde bulunmaya çalışır ve burada bulunmasını istediği insanları nasıl giyinmiş olarak hayal ediyorsa o şekilde giyinir ve o tip insanlara çağrıda bulunurlar. Ancak bu sistemi insanlar oluşturmuş olsa da, sistemin doğru ve yanlışları insanların düşüncelerini, daha doğrusu kendisi-için-varlıklarını kısıtlar ve düzenler. Her insan küçük yaştan itibaren sırf yanlış olarak düşünüleceğinden korktuğu için kafasından geçen milyonlarca düşünceyi gizler ve Barbie ile Ken olacağını düşündüğü dünyada Adolf Hitler, Joseph Stalin, zodiac katili veya çocuk tecavüzcüsü olur. Ve bizler için yine bu insanları günah keçisi seçmek en kolayıdır. Ancak bu dünyada Gandhi, Tolstoy, İsa, Muhammed, Buddha ve daha bunlar gibi bir sürü insan daha varolmuştur. Nasıl olumsuz örnek olarak verdiklerim günah keçisi değilse, olumlu örneklerdekiler de Tanrı değildir. Yazının başlarında bahsettiğim mutluluk ile inancın doğru orantısı bu noktada önümüze çıkmaktadır. Sistem bir savunma aracıdır, evet bizi doyurur ve besler ancak farklılıklar dünyası ile gerçekleştirdiği illüzyon, insanlar zayıflık gösterdikçe şiddeti alevlendirecektir. Bu da sistemi sahiplenmeye çalışmakla gerçekleşir. Sistemi sahiplenmeye çalışmak, sistem başkası-için-varlığımızın savunma aracı olduğu için başkası-için-varlığımızı savunmaya çalışmakla birdir. Sistem size bir başkası olduğunu söyler ve kendinizin yerine başkası-için-varlığınızı koymanızı talep eder, böylelikle de sistem sizin başkası-için-varlığınızın ta kendisi oluverir. Kendi-için-varlığınızı yadsımanız mümkün değildir çünkü düşünceleriniz siz inanmak istemeseniz de sizin-için-vardır ve hep olacaktır. Ancak başkası-için-varlığınızı düşünmeyebilirsiniz. Ben eğer karşımdaki insanın bana söylediklerinde İrfan'ın çıkarlarına uygun düşmeyecek bir şey görür ve kötü niyetli olduğunu düşünürsem, düşündüğüm anda böyle bir saldırının olma ihtimalini kendimde olumlamış olurum ve olumladığım anda savunma mekanizması devreye girer, kaygı ile gelen stres baş gösterir ve hem mutsuz hem de sağlıksız olma yolunda ilerleyen bir insan bedenine sahip olurum. İş yerimdeki hoşnut olmadığım ortamdan diğer insanları sorumlu tuttuğum müddetçe oradaki insanları görüp, yüzlerine bakıp kötü niyetli olduklarını düşünmem, yüzlerinde bana olmasını istediğim ortamın olmayışını gösterecektir; iş yerine giderken baktığım şu heybetli ağaç ve güneşli gökyüzü bana yirmi dakika sonra gelecek olan mutsuzluğumu imleyecek ve beni İrfan'dan uzaklaştıracaktır. Kötü niyet, bir insanın gerçekleştirdiği eylem ile düşüncesinin farklı olduğunun düşünülmesidir. Bu insanın düşüncesi eğer sadece onun için var ise ve benim o düşünceyi hiçbir zaman onun bildiği şekliyle bilmem mümkün değilse, benim onun başka bir niyete sahip olduğu ihtimalini düşünmem sadece bu ihtimalin gerçek olmasına yardımcı olacaktır. Ben bu ihtimali düşünürken karşımdaki insana o gözle bakarım; o gözle bakarken hem İrfan'a karşı bir tehdit algıladığımı olumlayarak kaygılanırım hem de karşımdakinin gerçekten de o kötü niyetli insan haline gelmesini daha kolay kılarım. Bencillik olarak adlandırılan kavram başkası-için-varlığın sahiplenilerek korunmasıdır, kendi-için-varlığın düşünülmesi ise ironik bir şekilde özgecilik veya diğerkamlık kavramlarına karşılık gelir çünkü kendi-için en çıkarlı davranış başkası için davranıştır. 

   Burada sözü edilen başkası, başkası-için-varlığımız değil diğer insanlardır. Pasifizmin öncüsü sayılabilecek olan Tolstoy, bütün kitaplarında başkası için yaşamaktan bahseder ve Kitab-ı Mukaddes'ten parçalarla örneklendirerek İsa'nın öğretisinin yanlış anlaşıldığından dem vurur. Tek kanunu sevgi olan bir insanın Ortodoks Kilisesi'nden afaroz edilmiş olması da günümüz dinlerinin de gerçek inançtan ziyade tamamen sistemin birer aracı olduğunun kanıtı niteliğindedir. Hayatında tek bir dava kazanamamış olan Gandhi, pasifist liderliğiyle Hindistan'a bağımsızlığını kazandırmıştır. Sivil itaatsizlik olarak adlandırılan eylemleriyle haksızlık olarak düşündüğü kanunlara karşı direnmiş ve kazanmıştır. Çünkü Gandhi insanı suçlamamış, muhattabının insan olmadığını görmüş, değişmesi gerekenin insan inancı olduğunu anlamıştı. Gösterilen her şiddet eylemi (fiziksel olması şart değil) karşı tarafın bir tehdit algılamasını sağlayacak, savunma mekanizmasını devreye sokması için ona bir çağrıda bulunacak ve buna inanmasını kolaylaştıracak; bizim 'hayır öyle değil' derken şiddet göstermemiz de bir anda karşı tarafa 'evet öyle' olarak gözükecektir. Çünkü savunma yapmak demek önce kötü niyetli olduğuna dair sana yöneltilen suçlamayı görmek demektir ve görmek de bu niyetin var edilmesine ışık tutar.

   Eğer kendi-için-varlığımın bilincini rahatlatması sadece başka insanların onlara aktardığım düşüncemi, benim o düşünceyi anladığım haliyle anladıklarına olan inancıma bağlı ise ve onların tamamen benim bilinç dışkılama eylemime odaklanmaları için onlara karşı bir tehdit unsuru oluşturmadığıma inanmaları gerekiyorsa, tehdit algılanması da güvensizlikten gelen savunma mekanizmasının karşı taraftan görülmesi ise ben seve seve başkaları için yaşar ve gözüm kapalı her şeye güvenirdim. Bu açıklamaların doğru olma ihtimalinin varlığı bize gösteriyor ki sevgi bahşedilen bir lütuf değil de insanın kendi mutluluğu için en önemli kanunu olabilir. Sevgi savunulmaz, feyz alınır; siz seversiniz, insanlar da sevmeyi öğrenir. Eğer her şey gerçekten Kierkegaard'ın da dediği gibi salt inanca bağlı ise ve hiçbir şey bu dünyada mutlak değil ise bu dünyanın hiçliğin rüyası olma ihtimali, hepimizin sadece farklı biçimler gören aynı varlıklar olma ihtimalimiz de oldukça yüksek. Sadece bir buçuk yaşından sonra evrilen ve yaşanmışlıkları kaydeden bir belleğe sahip olmamız, evrenin burasından bakanın İrfan, orasından bakanın Ahmet olduğunu göstermez. Hem hepimizin Tanrı sureti olduğumuz da yazmıyor mu bazı yerlerde? 

   İhtimallerden bahsediyor olmam ukala görünmemek içindir ve şu anda bunu yazıyor olmam, zaten bu kadar yazıyı okumuş olan bir insanın benim samimiyetime inanıyor olduğunu düşünmemdeki şımarıklıktır. Ben iş yerime giderken o heybetli ağaç ile gökyüzüne baktığım zaman mutluluktan uçuyorum ve bütün bu yazdıklarıma olan inancım, hayatın tümüne olan güvenim gözümün önündeki zaman duvarını yıkmaya yetiyor. Ben etrafımdaki hemen herkesin filmdeki gibi küçük bir odada yaşadığını düşünüyorum ve bu duvarları yıkmanın tek yolu da hayatın her anındaki hislerin, en iğrenç hislerin bile sorumluluğunu almak olduğunu sanıyorum. Gördüğümüz bir resim var ama hepimiz farklı bir yerden bakıyoruz ve ne istersek onu görüyoruz. He film mi? Film çok güzel :)


  

2 Aralık 2015 Çarşamba

Jacob's Ladder - 1990


Film Türü: Gerilim, Drama.
Film Süresi: 113 Dk.


   Türkçe'ye 'Dehşetin Nefesi' olarak çevrilen Jacob's Ladder'ın Yönetmenliğini Adrian Lyne (Unfaithful) yapmıştır. Başrolünde herkesin IMDB'nin 'En iyi 250 film' listesinin ilk sırasından bildiği The Shawshank Redemption filminin de başrolünde oynayan, Dead Man Walking filmiyle 'En İyi Yönetmen Akademi Ödülü'ne aday olmuş, Mystic River filmi ile de 'En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Akademi Ödülü'nü almış olan Tim Robbins oynuyor. Eğer sizi düşünmeye teşvik eden ve hayatınıza etki eden filmleri seviyorsanız bu filme bayılayacaksınız.

***

   Hayatımızın henüz başlarında çeşitli masallarla büyüdük hepimiz. Bu masalların hemen hepsindeki ortak özellik, bir baş kahraman ve bu kahramanın masal boyunca mücadele ettiği ve sonunda alt ettiği bir düşman olmasıdır; birine iyi, diğerine kötü derler... Etrafımızda bizden büyük olanların ne yaptıklarını tam olarak bilmeden (onların da tam olarak ne yaptıklarından haberleri olmadığını da hiç bilmeden) kendi küçük dünyamızda, daha doğrusu küçük sandığımız dünyamızda kendimizi, öğrendiğimiz bazı kahramanlarla özdeşleştirir ve etrafımızda yine bazı şeyleri düşmanlaştırarak onları alt ederdik. Bu düşmanlar bazen birer oyuncak, bazen birer insan olurdu ki onlara da oyuncak diyebiliriz sanırım. Bütün bu masalların ve oyunların ötesinde sürekli olarak sorduğumuz ama hiçbir zaman tatmin olabileceğimiz bir cevap alamadığımız bir soru vardı: 'öldüğümüzde ne olacak?'. Henüz bize uzak görünmekte olan bu ölüm denen şeyin korkusunu az da olsa hissederdik sorarken. 

   Çizgi filmlere bayılırdık bir de... Hatırlayanlarınız vardır bir tanesini; amacı koyunları kaçırıp yemek olan bir kurt ve onları korumaya çalışan bir çoban köpeğinin olduğu bir çizgi film vardı. Çoban köpeği kurdu enselediğinde de, kurt koyunlardan bir ya da birkaçını kaçırmayı başardığında da zaman zaman üzülür, zaman zaman da sevinirdik, yani bazen biriyle özdeşleşirdik bazen de diğeriyle. Bu ikisi mesai saatleri içindeyken sürekli bir şekilde mücadele içindeydiler ama mesai saati bittiğinde bir anda hiçbir şey olmamış gibi can ciğer dost olurlardı. Bu çizgi filmin Kitab-ı Mukaddes'ten esinlendiğini bilmezdik tabii, veya o kurdun da çoban köpeğinin de aynı kişi olduğunu.


Çok açgözlü olmasak?

   Bu kahramanların ve onun düşmanını birleştiren ortak nokta istedikleri şeydi; biri sahiplendiği şeyi korumak diğeri de onun sahiplendiği şeyi tahrip etmek isterdi. Üzerinden uzun diye tabir edebileceğimiz bir zaman dilimi geçti ve biz masal dinlemeyi bırakıp masalın içine girdik. Bu masallarda gördüğümüz ama atladığımız çok önemli bir nokta oldu içine girince; kahramanın kahraman olmasını sağlayan varlık düşmanıydı ve daha da önemlisi, bir düşman ve kahramanın ortaya çıkmasını sağlayan şey bir istenç idi. Jacob's Ladder'ı ölüm ile ilgili bir yetişkin masalı olarak adlandırarak başlıyorum yazıya ve filmi izleyip de bana masal olamayacak kadar gerçek olabileceğini söyleyen olursa da yaşamın gerçek olamayacak kadar da masal olabileceği cevabını verebilirim.


   Filme başlamadan bilmeyenler için Jacob isminin kutsal kitaplarda geçen Avram 'ın (Hz. İbrahim) torunu ve Hz. Yusuf'un babası olan Hz. Yakup olduğunu belirtelim. (Bu bölüm spoiler içerir.) Film Vietnam Savaşı'nın ortasında başlar. Askerler ot içerken bir anda düşmanın yaklaştığına dair bir haber alan bölük harekete geçer ve bu anda birkaç asker herhangi bir darbe almadığı halde çıldırmışçasına yerde çırpınmaya başlar. Çatışmanın ortasında kalan Jacob (Tim Robbins) hayatı pahasına kaçarken bir asker tarafından tüfek süngüsüyle karnı deşilir ve gözünü metroda açar. Elinde Albert Camus'nun 'Yabancı' kitabıyla uyuya kaldığını farkeden Jacob'un gözüne her şey sanki aldığı nefes için tehditmişçesine korkunç görünmeye başlar. Bu andan itibaren savaş sahnesinin gerçekliğini sorgulamaya başlarsınız ancak filmin çeşitli yerlerindeki diyaloglar sayesinde Jacob'un gördüğü görüntülerin yaşamış olduğu bir an olduğundan şüpheniz kalmayacaktır. Her insanın en zor anında, bazen istemli bazen istemsiz olarak kendine hatırlattığı bazı anlar vardır; kendi varoluşunu tehdit altında hissettiği ve güce ihtiyacı olduğu zamanlarda tutunduğu hatıraları... Jacob'un beyni de varoluşunu tehdit altında gördüğü andan itibaren kendine bir dünya yaratır ve yaşam mücadelesi vermeye başlar; yani metroda uyandığı sahne aslında kendi iç dünyasına uyanmasını simgeler; Jacob komaya girmiştir ve ölümle yaşam arasında bir arafta kalır. Filmin ortalarında ve sonunda, Dr. Collins'in (Danny Aiello) Jacob'a söylemiş olduğu şeyler bütün filmin amacını bize gösterir niteliktedir: 'Eğer ölmekten korkuyor ve hayata sarılıyorsan, hayatını almaya çalışan şeytanları görürsün. Ama kendinle barışırsan, o zaman şeytanlar gerçek bir melek olup seni bu dünyadan kurtarırlar.'. Buradaki 'kendin' kavramı varoluşumuzun en can alıcı noktasını oluşturuyor, barışmak da farkındalığı... Şimdi Jacob'un arafta gördüklerini analiz etmeye çalışarak bir insanın en ufak bir anındaki hayatta kalma içgüdüsünü açıklamaya çalışacağız.




   Hayatımızın başlarında ilk oluşturduğumuz şey bir ikilemdir. Savunmasız bir şekilde hayata geliriz ve vücudumuzun hayatta kalmak için talep ettiği gıdaları bize sunan varlıklara tutunuruz. Bir buçuk yaşına kadar beynimizin hatırlama bölümü henüz olgunlaşmamış olmasına rağmen çoktan bir şeylere tutunmaya, bir şeyleri kendileştirmeye başlamışızdır. Tabii ki duygularımız henüz en temel yanlarıyla ortaya çıktığı için bulunduğumuz ortamda doğruları belirleyen varlıkları, bizi mutlu ettiği müddetçe tanrılaştırıp tanrılaştırmadığımızı sorgulamayız hiç, seviyorum deriz kısaca veya mutlu ettiği zaman da naif bir sorgulamaya başlama çabasıyla sevmiyorum deriz. İlk olarak kendimizi inşa ederiz bir temelin üzerine ve yeteri kadar büyüdüğümüz düşünüldüğünde de bizi yavaş yavaş salıvermeye başlarlar. Aynı şeyleri daha büyük bir kapsam içinde dışarıda da gerçekleştirir ve mücadelemize devam ederiz. İşte Jacob da bu mücadele içinde kendine bir aile kurmuş ve o aileyi korumakla mükellef olduğunu düşündüğü devletini korumak için gittiği bir savaşta, mücadelesinin tamamını sorgulamak zorunda kalacağı bir duruma düşmüştür.


İhtiyaç için para toplayan noel babanın Jacob'un cüzdanını çarpmasını ince görelim


   Benjamin Button'ın garip hikayesinde olduğu gibi olayların akışını tersten görüyoruz bu sefer. Jacob'un kendileştirdiği ilk varlık olarak karşımıza çalıştığı iş yerinden arzuladığı Jezebel çıkıyor ve yönetmen bu noktada bize cinselliğin varoluşumuzun doruk noktası olduğunu vurguluyor. Kitab-ı Mukaddes'de en günahkar kadın olarak karşımıza çıkar Jezebel ismi. Bir nevi ilk olarak düşmana gider Jacob, yaşamı için en önemli varlık olan ailesine karşı içten içe tehdit olarak gördüğü Jezebel'e karşı olan arzusuna... Sarah ile evli olan ve üç çocuğa sahip olan Jacob, kendine yansıttığı bu yaşamda Sarah'dan ayrılmıştır ve Jezebel ile ateşli bir birliktelik yaşamaktadır. Jezebel ile birlikte olduğu zamanlarda çevresinde her şey demonik bir hal almaya başlar. Garip yaratıklar görür çevresinde ve sürekli korku içindedir. Bu bölüm en uzun bölümdür ve iki defa karşımıza çıkar. Hayatta kalma mücadelemizin en şiddetli geçtiği anlar içinde korkunun hissedildiği anlardır. Bu yüzdendir ki yazının başında bahsettiğim çizgi filmde izlediğimiz bölümlerin çoğu 'mesai saatleri içinde' geçer. Bu bölümle karşılaştığımız iki seferde de Jacob mücadeleyi kaybeder, ölüme yaklaşır ve ailesinin yanında gözünü açar. Çünkü bu korku dolu mücadele, korktuğumuz varlığı ortadan kaldırarak hiçbir zaman sona ermez, sevdiğimiz bir varlık olduğu müddetçe bu ortadan kaldırma çabası ve korku her zaman olmaya devam edecektir; ancak bu sefer gerçekten bir sona ilerliyoruzdur ve Jacob korkusuna boyun eğmek zorunda kalarak sevdiklerine kavuşur. Bu bölüm, uğruna yaşanan varlık ne kadar kesinse o kadar kısadır çünkü varlığının ortaklığına olan inancının şiddeti onu hemencecik mücadelesine geri döndürür. Bu mücadeleye döndüğünde karşısında kayroprakti doktorunu bulacaktır. Dr. Collins'in Jacob'a verdiği ders, filmin en önemli mesajı niteliğindedir. Jacob'a sağına dön dediğinde Jacob'un sola dönmesinden sonra ona, felsefe doktorası yapmış biri olmasına rağmen sağını solunu karıştırdığını söyler. Kelime anlamı 'bilgelik sevgisi' olan felsefe okuyan biri bile ayrıntılarda en basit cevabı unutmuştur. Jacob'un bedenini küçük bir hareketle rahatlatan Dr. Collins'e Jacob 'melek' yakıştırmasında bulunur; Dr. Collins, Jacob'un kendisine melek demesinden sonra bu sıfatı Jacob ona verdiği zaman duyduğunu söyler ve 'Eğer ölmekten korkuyor ve hayata sarılıyorsan, hayatını almaya çalışan şeytanları görürsün. Ama kendinle barışırsan, o zaman şeytanlar gerçek bir melek olup seni bu dünyadan kurtarırlar' der ve durumun sadece bir bakış açısı olduğunu, bütün gücün basit bir şekilde kişinin kendisinde olduğunu belirtir. İçeriye bakan gözü yavaş yavaş açılan Jacob'a bir telefon gelir ve arayan onun aradığı bilgidir. Görüşüp buluştuğu insan bir kimyagerdir ve savaşta, daha önce deneylerini yaptığı bir uyuşturucunun kullanıldığını söyler. Yaptığı 'lsd' deneyleriyle bir ileri seviyeye götürdüğü ilacının adı 'ladder'dır ve bu ilacı kullanan, varoluşunun merkezine inen hızlı bir yolculukla etrafındaki her şeyi bir tehdit olarak algılamaya başlar ve bu ilaçla birlikte herkes agresifleşmiş ve kendi arkadaşlarını öldürmeye başlamıştır. Jacob bütün bunları dinledikten sonra bıçaklandığı anı hatırlar ve kendisini bıçaklayan arkadaşını görür. Durum, hayatın kendisi gibi ironiktir; düşman dediklerimiz de dost dediklerimiz de aynı varlıklardır; ortadaki tek fark bir bakış açısıdır. Bu durumu farkeden Jacob ilk iş olarak bir taksi tutarak eve gider ve orada tamamen açılan gözü, savaştan önce bir trafik kazasında kaybettiği küçük oğlu Gabriel'i görür. Oğlunun adının da Tanrı'nın elçisi Cebrail'in adıyla aynı olması da manidardır tabii ki... Oğlu merdivenin alt basamağında oturmaktadır ve babasına onunla yukarı gelmesini söyler. Yukarıya çıktıkça ışık çoğalır ve Jacob gerçek huzuru boyun eğmekte, mücadeleden vazgeçmekte bulur.




   Bütün bu yazılanların ışığında gözüken gölgede ne görüyoruz? Ben hala bir süper kahramanın gölge oyununu görüyorum. İstediği varlığa istediği değeri yükleyebilen ve istese de istemese de her türlü düşmanı yok eden bir süper kahraman olduğumu hissedebiliyorum. Beni, kendi değerine karşı bir tehdit olarak gören ve düşmanlaştıran biriyle karşılaştığımda biliyorum ki boyun eğişim bir zaferin parçası olacak. Biliyorum her şey benim bakış açıma, inancıma bağlı; her şey ben istesem de istemesem de akıp gidiyor ve ben bu akışta bazen korkuyor bazen akıyorum, ben hem düşman hem de kahramanım. Lukretius'un dediği gibi; 'ölüm varken ben yokum, ben varken ölüm yok', ben ölüm olmayanım, ben OLMAYANIM.  Dışarıya baktığımızda gördüğümüz her şey 'biz olmayan' değil mi? Her şeyde olan güzelliği görmeye başlamazsak, düşmanımızı da sevebilmeyi, değersiz gördüğümüzün de değerini görmeye başlamazsak, ölüm anındaki cehennem bizi bekliyor olabilir. Gündelik rüyayı kontrol etmekte güçlük çekerken bilinçdışındaki son kabusta korktuklarınızın gerçek olmadığına kendinizi inandırabilecek misiniz? Veya bir bilinçdışının içinde olmadığınızdan emin misiniz? Her şeyi unutturacak kadar büyük bir unutuşu hatırlayabilir misiniz siz? Bizler emekli bir albay gibi her şeyi çözmeye çalışırken, her şey muhteşem bir denge içinde varoluşuyor ve ben bu varoluşmanın bir gölgesini gösteren emekli bir ölü gölgesiyim. Çok eğlenceli bakış açıları, çok eğlenceli masallar var; mesai saatini biraz daha kısa tutsak?
 




14 Kasım 2015 Cumartesi

Lost in Translation - 2003


Film Türü: Drama
Film Süresi: 101 Dk.


   Filmin yönetmenliğini gerçekleştirmiş ve bu filmle 'En İyi Yönetmen Akademi Ödülü'ne aday gösterilmiş olan Sofia Coppola, bu ödüle aday gösterilmiş olan dört kadın yönetmenden biridir. Kendisi ünlü yönetmen Francis Ford Coppola'nın (Godfather I-II-III, Apocalypse Now, Dracula) kızıdır. Aynı zamanda filmin senaryosunu da yazmış ve film 'En İyi Özgün Senaryo' dalında akademi ödülüne uzanmıştır. Filmin başrollerinde, benim çok sevdiğim bir yönetmen olan Wes Anderson'un filmlerinde tanışma fırsatı bulduğum Bill Murray (The Royal Tenenbaums, Moonrise Kingdom, Ghostbusters) ile Scarlett Johansson (Vicky Cristina Barcelona, Lucy, The Prestige) oynamaktadır. Scarlett Johansson'un adı geçmişken kendisinin 2016 yılında vizyona girecek olan, Coen kardeşlerin yönetmenliğini üstlendiği 'Hail, Caesar!' filminde, Tilda Swinton, Ralph Fiennes, George Clooney gibi isimlerle birlikte başrolde yer alacağını da heyecanla belirteyim.

   Filmin konusuna girmeden önce 'Dil Nedir?' gibi metafizik bir sorunun kısa bir açıklamasına girsek fena olmaz. Gerçi bu cevap kısaldıkça bu kavramın anlamının okuyanlarda bulacağı karşılık farklılaşacaktır ama en basit yönden anlamı da zaten aktarılmak istenen şeyi, aktaranda bulunan anlamı haliyle, aktarılmak istenen varlığa aktarmak için kullanılan araç olmasıdır. Dil, kaba bir tabirle bir yandan dışkılama yaparken bir yandan beyin doyurmak için kullanılır; çünkü egonun kendini doyurma biçimi iletişimi esas alır. Deneyimlemekte olduğumuz şeyler, daha önce deneyimlenmiş olanlarla karşılaştırılırken, önceki deneyimlerin duygulanımlarına benzerlik ya da farklılıklarına göre bizim için ya fiziksel hayatta var olur ya da bir başka zamansal boyutta var olmak için pusuda beklerler. İçsel gözümüzle 'zoom' yaptıklarımız, bu odaklanmanın şiddetine göre bağımsızlıklarını ilan etmek isteyebilirler. Biz bu varlıkları değişik dil yapılarıyla deneyime açmadığımız zaman, onları içeride koruyabilmek bize bir duvara mal olur. 'Kendileştirdiğimiz' bu varlıklar kafamızın içinde dönerken, onları düşünürken hissettiğimiz duygulanımlardan farklı bir duygulanımı simgeleyen bir vücut dilini kullanmaya başlarız. Karşımızda, bugünkü çekimden ne kadar sıkıldığımızı paylaşmak istediğimiz güzel bir kadın varken bunları paylaşmamak, anlatırken kullanacağımız (paylaşacağımız geçmiş deneyimin taklidi olan) vücut dilimizden farklı bir vücut dili kullanmamıza yol açar. Donuk bir bakış ile kafayı öne eğerken içtiğimiz viski, o an var olmak için kıpraşan imgeleri öldürmek için kullanılan bir zehir yerine de geçebilir, tam tersine onları içeride tutan bu duvarı yıkmak için kullanılan bir asite de. Bob Harris (Bill Murray) de Japonya'ya geldiğinde kafasının içinde kıpraşıp duran ancak bir türlü deneyime açamadığı bir sürü varlıkla, kendisinin bile hoşlanmadığı bir Bob Harris oluşturmaktaydı. Bob ünlü bir aktördü ve onun yolunu Japonya'ya düşüren Japon pazarlamacıların ilgisiydi. Burada birkaç reklam filminde oynayacak ve programlarda boy gösterecekti. O da aslında sadece belirli ürünlerin maddesel dünyada para olarak değer bulması için kullanılan dilin bir parçasıydı.



   Bob, Charlotte (Scarlett Johansson) ile ilk olarak bir asansörde karşılaşır. Charlotte'un diğer insanlardan fiziksel olarak farklı olması bile en basit sebep olarak bilincindeki farklılığa ufak bir şekilde dokunur. Charlotte'un henüz iç dünyasında ne olup bittiği ile ilgili en ufak bir fikri olmamasına rağmen belki de yüz ifadesindeki 'burada yabancıyım' etiketini farketmiş olabilir. Tabii buradaki yabancılık Japonya'da Amerikan vatandaşı olmaklığı da kapsasa da bu kavrama yapılacak hafif bir ayrıştırma ile ilk karşımıza çıkan kavramın dışsallığa farklılaşan içsellik olduğu görülecektir. Charlotte, felsefe okumuş, en az kopuk olması gereken insan olan kocasıyla arasındaki kopukluğu bile bir arkadaşıyla paylaşamayan bir kadındır. Kendi içinde hayatın anlamını sorgulamaya başlamış ve bu yolda kaybolmaya başlamıştır. Bu arada kocasından söz etmişten, Friends hayranları John'un, Pheobe Buffay'in erkek kardeşi Frank Buffay'i canlandıran ve ablasının üçüzlerine baba olan Giovanni Ribisi'yi hatırlayacaklardır. 

   Bir akşam Charlotte, John ve onun arkadaşlarıyla dışarıda sıkılırken gözüne Bob çarpar. Aralarında ciddi bir yaş farkı olmasına rağmen Charlotte, Bob'un oturduğu yere ikram yollar. İkisinin de içlerinde bulunan ve göz göze geldiklerinde kuvvetlenen bu canlanmak isteyen varlıkların yaşı yoktur. Bu çekim kuvveti çeşitli yerlerde sürekli olsa da bazı bizim göremediğimiz ahlaki darağaçlarını hissettiği için bazen olmamış olmayı seçebilir. Kaldı ki bu filmde bize gösterilen, tam da bu bahsettiğimiz ahlak kuralları karşısında mutlu olmaya çalışan iki insanın mücadelesidir. Nasılı şu anda bahsedileceklerden daha az önemli gördüğüm birkaç görüşmeden sonra bu iki kayıp varlık deposu birbirine gitgide yakınlaşmaya başlarlar. İkisinin de birbirlerine baktıklarında gördükleri şey aynılaşmaya başlamıştır. Bir his vardır tarifsiz, öyle bir histir ki iki kişi arasında olduğu zaman bile içeride kalan, gözle görülen bir ikiliği bile bir yapan, kendisinden bahsedildiğinde fiziksel dünya tarafından tahribata uğrayacağından korkulan, içinde zamansallığı barındırmayan, olmayanı olduran, uğruna yaşanan bir his... Aslında bu muhteşem değerini dışarıya karşı olan farklılaşmanın büyüklüğünden alır bu aynılaşma. Film, bu vurguların ışığında bize iki şey gösterir: aranılan şeyin basitliği ve bu basit varoluşu değişik maskelerle nasıl derinlere sakladığımızı... İronik bir şekilde aslında bizim huzurumuz için var olduğunu kabul ettiğimiz ahlak kuralları, zamanı hiçe sayan bu şeyi parçalıyor, görünmeyen bir duvar koyuyor tam ortasına, sonra da yavaş yavaş üzerine zaman atıyor, gömüyor onu.



   Öyle masum sahneler var ki aşk kendisinden utanır. Birinin ayak parmağının diğerinin bacağına olan dokunuşu, onun ellerinin bu ayağı okşayışı farklı bir dilde farklı bir anlam ifade edebiliyor ve sınırsız sözcükle ifade edemediğimiz bir şeyi bu dokunuşlar öyle güzel özetliyor ki, size 'film nasıldı?' sorusu sorulduğunda cevap vermek yerine bu dokunuşları düşünmeyi tercih edebilirsiniz. Ayrılığın kendisi son sahneyi izlese bir daha olmaz.

   Film hakkında çok ayrıntı vermemeyi tercih ettim çünkü çoğu sahne aynı mesajın betimlemesinden ibaret. Filmin kendisi de bir başı ve sonundan söz edilemeyecek bir duygulanımın masumca bir başkaldırışı; içinde öfke barındırmayan, pasif bir başkaldırış, ağır bir ağıt... Görünmeyen duvarlar arasından sessiz bir çığlık... Yazıda bahsedilenler konunun drama boyutu ile ilgili olsa da filmde eğlenceli sahnelerin de olduğunu belirteyim. İyi seyirler!


1 Eylül 2015 Salı

American Beauty - 1999


Film Türü: Drama
Film Süresi: 122 Dk.

Birinci Bölüm

   Hayatı sevmek. Çok basit bir kalıp gibi geliyor değil mi? Ancak maalesef hala muğlaklığını korumakta olan bir kavram bu... American Beauty filmi bu kavramın üzerindeki sis bulutunu dağıtarak bize gerçekten ne anlama geldiğini anlatabilmekle kalmamış, aynı zamanda sisin kaynağına da ışık tutmuştur. Kaldı ki çoğu film sadece kirliliğe sebebiyet veren kaynağı gösterirken 'sevgi' kavramını ihmal etmiş ve bizi yine umutsuzluk içinde bırakmıştır. Filmin analizine başlamadan önce hayat ve sevgi üzerinde durmamız mantıklı ve gereklidir; her ne kadar günümüzde mantık 'gereksizler' kutusunda çürümeye yüz tutmuş olsa bile...

   Hayat, tek sahip olduğumuz gerçekliktir. Birçok insanla aynı biçimleri görsek de, bunların hiçbiri aslında aynı şeyler değildir. Aynı masaya bakarız, aynı filmi izler, yeri gelir aynı insanla konuşuruz, ama bunların hepsi bizim için farklı anlamlar ifade eder ve biçimsel olarak aynı olan bir gerçekliğin içinde zihinsel olarak farklılaşmış bireyler olarak görünürüz. İşte tam da bu farklılaşma, bizi bir ikiliğin ortasında bırakır. Fark kavramı, 'bir diğeri'ne işaret eder ve bizi konumlanmaya zorlar, kendi hayatımıza karşı konumlanmaya... Bir başka bakış açısı gördüğümüz zaman ona tam da 'bir BAŞKA bakış açısı' olarak bakmaya çalışırız. Halbuki bize görünen bu bakış açısını yine biz kendi aklımızda yorumlarız; hatırladığımız ve hatırlamadığımız geçmişimizin tümüne karşı, yani kendi hayatımıza karşı onu başkalaştırırız ve bize karşı bir tehlike arz edip etmediğini kontrol ederiz. Bu çok mutlak bir hayatta kalma içgüdüsüdür. Bu kendimize karşı konumlanma, düşüncenin işleyişidir ve düşünce de OLMAYANDIR. Bu olmayan, kendini bugüne kadar eşleştirdiği, doğru olduğuna inandığı, yani OLDUĞUNA İNANDIĞI her şeyi korumak için bu sorgulamayı gerçekleştirir. İşte tam da bu an bize iki yol işaret eder; tamamen seçimi bize ait iki yol, mutluluk ve mutsuzluk, sevgi ve nefret; hepsi aynı kapıya çıkan bir ikilik: OLMAK ve OLMAMAK. Düşüncenin olmayan olduğundan ve bunun da bir ikilik oluşturduğundan bahsetmiştik, yani OLMAYI da doğuran olmayandır, ancak bu ikilikte kalmak, sürekli bir olmayışı yani negatif kısmı işaret eder. Bu nokta da, Kierkegaard'ın bağnaz inancı övmesinin sebebidir. Tamamıyla inanmanın, bilmekten hiçbir farkı yoktur. Sağlam bir inanç, içinde sorgulamayı barındırmaz ve sorgulamanın (yani olmayanın) da olumsuzlanması ile ortada bir teklik kalır. İşte tam da bu teklik, bizi OLMAYA, o da bizatihi sevgiye götürür. Sevgi, hayatında olan her şeyi buyur etmektir; her türlü bakış açısını, her türlü olguyu kendi yorumladığı gibi gördüğünü kabul ederek hayatının bütün sorumluluğunu üstlenmektir. Sevgi, olmayandan kaçıştır, OLMAMAKTAN kaçıştır, yani ölümden kaçıştır. Olmayanın VARLIK istencidir, güç istencidir; güç ise sahip olma istencidir. Sevgi, sahip olma hissidir; kendi hayatındaki her şeye, kendi hayatına, yani kendine sahip olmaktır; sevgi kendini sevmektir, sevgi SEVMEKTİR. Yaşanılan her şeyin kendine ait olduğuna sadece bağnazca inanmaktır. Yukarıda da bahsedildiği gibi, her şeyin bir bakış açısından ibaret olduğunu, bütün sorumluluğun kendine ait olduğunu kabul etmektir. Olmayan hiçlikten korkmuş ve sadece olabileceğine inanmıştır, sadece SEVEBİLECEĞİNE inanmıştır, olmayışı sevebileceğine, sadece inanarak mutlu olabileceğine inanmıştır. Ölü olan bir varlığı oldurmuş, ona bir geçmiş vermiştir, vermeye devam etmektedir. Bu geçmiş, bilgidir. Nasıl öldüğüne dair güzel bir senaryo hazırlamak istemiştir. Ortada bir ölüm sonrası yoktur, sadece öncesi vardır. Eğer bir sonra varsa, bu yaşamdan sonrasıdır. Sartre'ın kendini aldatma dediği bu ilüzyon, safi inançtır. Kendini inandırmadır. İnandırma kavramındaki '-dır' eki de bir konumlanmayı temsil eder. Yani bizler bir kaygıyla başlamış ancak bunu sevgiye çevirebilmiş varlıklarız. Bize şah damarımızdan daha yakın olan bu olmayanı görmeye çalışmamız, bize söylendiği gibi nafiledir, o her yerdedir. Bize düşen tek şey, sevebilmeye inanmaktır. Bu da Nietzsche'nin amor-fati kavramının karşılığıdır.

   İkinci Bölüm

   Birinci bölümde hiçlikte bir gezinti yaptık, gözlerimiz kapalıydı, bakış açımızı ayarladık, şimdi ise gözümüzü açma zamanı. Ne görüyoruz? İnsanlar... Hayatta kalmak için para kazanmaya çalışıyorlar. Hayatta kalmak ve para... Hayata gelme amacımızdan bahsetmiştik; hayatta kalmak, hayat oluşturmak ve olmak. Evet olmak sevgi ve sahip olmaya götürmüştü bizi, peki para yardımcı oluyor mu? Para ile ne yapıyoruz? Evlerde oturuyor, arabalara biniyoruz; kısacası kendimize maddi şeyler alıyoruz. Hiçbir zaman gerçek anlamda sahip olamayacağımız şeyleri alıyoruz. Odalarımızda kendimizi ait hissettiğimiz düşüncelerimizi imgeleyen eşyalar, aynı şekilde kıyafetlerimiz... Doğadan borç alıyoruz, bu maddelerin hepsinin kendi varlığı var ve biz onları sömürgeleştiriyoruz. Ve ne kadar çok para kazanırsak o kadar mala sahip oluyor, yani aynı anlamda o kadar çok borçlanıyoruz. Üzerimize geçirdiğimiz bez parçaları da tanrılaştırdığımız maddenin polisleri; giydiğimiz zaman kendimizi diğerlerinden farklılaştırarak koruduğumuz yanılgısına düşüyoruz. Bizden farklı olarak gördüklerimizi düşman belleyerek putperestçe yaşıyoruz. Mutluluğu arıyoruz; evet bizi sahip olmaya götürüyor ama bizler olmayanlardanız. Bizler düşünceyiz, ancak bir ideaya sahip olabiliriz. Maddeler de sadece onlar üzerindeki bakış açılarımızdan ibaretler. Gandhi mutsuzluğun yoksullukla ilgili olduğunu biliyordu. Ancak yoksulluk, sizin düşündüğünüzün tam tersi bir kavrama işaret eder: bir insan ne kadar çok maddeye sahip olduğuna İNANIYORSA, o kadar çok koruması gereken şey, yani o kadar çok kaygısı vardır; o kadar çok borç batağındadır. Kontrol edebileceğiniz tek şey, düşüncelerinizdir. Evet mutlu olmak için ilkin bir kaygıyı kullanmamız gerekir, ama onu öldürmek için. Öldürmek şiddeti çağrıştırsa da, bu başka türlü bir öldürmedir. Olmanın dili sevgidir ve olmayanın silahlarından kullanmaz. Severek yok eder yok olma kaygısını, sadece inanarak. Düşünce, düşündüğü sürece vardır ve kaygı duyulacak geriye hiçbir şey kalmamıştır, meğer ki kaygı oldurulsun. Ölümde düşünce yoktur... Epikuros'un da dediği gibi, 'ölüm varken ben yokum, ben varken ölüm yok'.

Üçüncü Bölüm

   Evet gözümüzü açtık, hayattan ve onu sevmekten bahsettik, işin tamamen olmak ve olmamaktan geldiğini gördük. Gelelim filmimize... Karakterlerimizi yargılamadan önce ne kadar borç içinde olduklarına bakmakta ve üst benliğimizde bizi yöneten ahlak ve incelik kurallarını ele almakta fayda var. Günümüzde toplumumuzda bulunan bütün kurallar egemen güce, yani kapitale hizmet eder. Ne kadar çok mala ve bu malla gelen bir saygınlığa sahipsek bu kuralları daha çok benimseme eğiliminde oluruz. Ancak bu farklılaşma yarışında ne kadar geride kaldıysak bu kuralları da yoksaymaya yakın oluruz, bu da düşüncenin kendisine olan inanca yaklaşmadır. Düşünce bütün ahlak kurallarını yoksayar, daha doğrusu çıkarına göre düzenlemek ister. 



   Global reklamcılığın insanlara 'mutluluk' olarak benimsettiği kusursuz biçimlere (!) bürünmeye çalışan bir grup insan; çok yabancı değil sanırım? Karısı ve kızı tarafından saygı duyulmayan, on dört yıllık işini de kaybetme aşamasına gelmiş, sistem tarafından zombileştirildiğini hissetmeye başlamış ve ussal bir başkaldırının sinyallerini vermeye başlamış olan Lester (Kevin Spacey); emlakçılık yapan, kariyerinde hala hedefleri olan, evinin her bir köşesinde egemenliğini ilan etmiş karısı Carolyn (Annette Bening); baskılanarak en büyük ihtiyaç olarak gösterilen seksin parıltılı giysisini taşıyan Angela (Mena Suvari), onun gölgesinde okulda hayatta kalmaya çalışan, kendine dair sevdiği en ufak bir nokta olmayan Jane (Thora Birch); Jane'i sürekli kameraya alan, yan binaya yeni taşınmış emekli albay Fitts'in (Chris Cooper) oğlu Ricky Fitts (Wes Bentley)... İnsanlar filmi anlamayıp umutsuzluk aşılıyor diye eleştirmesin diye filme yerleştirilmiş bir de eşcinsel çiftimiz var.

   Filmde Lester ön planda çünkü başkaldırışı ile en fazla sempatiyi toplayacak karakter, bir de Kevin Spacey tarafından canlandırılınca tadından yenmez oluyor. Ancak albayın oğlu Ricky'ye ayrı bir parantez açmamız gerekir. Farklılaşmanın hedef olduğu bir sistemde eşitlik, yani birlik, sıradanlık olarak yeriliyor ve ölümün yerine konuluyor. Bütün hayatımızı başkaları tarafından farkedilmek için, yani üzerlerine taptıkları putları temsil eden bez parçaları geçirmiş sahte tanrı elçilerinin sömürgesi olarak benimsediğimiz için sıradanlık baya bir korkutucu olabilir tabii. Zamanında sistemin aktörelerini arkasına alarak yüzlerce kişiyi yöneten bir albay, sanki ölmüşcesine her anını 'albaylık' için adak haline getirirken onun sıradanlık korkusu, oğluna karşı oluşturduğu tehdidin yanında Ricky'ye sempatik gelebiliyor. Genç yaşında her şeyini (sahip olduğunu sandığı) kaybetmeyi göze alarak istemeden madde bağımlılığından kurtulan Ricky, bir başka maddede teselli bularak mutlu olabiliyor. Lester, kendisine gençken ne kadar mutlu olduğunu söyledikten sonra ona, babasının odasındaki her şeyi garsonluk işinden gelen parayla aldığına inanmasını hatırlatıp, SAKIN İNKAR ETMENİN GÜCÜNÜ KÜÇÜMSEME, diyebiliyor ki benim filmde en etkilendiğim sahnelerden biriydi. Bizler gerçekten de kaybetmeye korktuğumuz KORKUMUZ için her şeyi kabul etmeye hazırız. Sıradanlığın mükemmelliğini öğrenen Ricky'nin Angela'yı yoksayarak sürekli Jane'i izlemesi, ölü bir kuşu, rüzgarda dans eden yaprağı çekmesi, Lester'ın tam atağa çıkmışken Ricky'nin attığı muhteşem goldür. Ölü bir insandan bahsederken der ki: "Sanki öyle bir şey gördüğünde Tanrı bir anlığına sana bakar, dikkatliysen sen de bakabilirsin.", ve Jane ona ne gördüğünü sorduğunda ise 'güzellik' der. İnsan kendi ölümüne en yakınını ancak bir insanın ölümünde görebilir, ve kaçtığın asıl şeyin ne olduğunu gerçekten biliyorsan, onu güzel bularak yendiğini biliyorsan, her şeyi mutluluğa çevirebilirsin! Başlarda Angela'nın etkisiyle Ricky ile saldırgan bir tonla iletişime geçen Jane, Ricky'nin pasifist tavrı ile mutlu olabilmiş, Ricky de Jane'i mutlu ederek mutlu olabilmiştir.

 "Never underestimate the power of denial"

   Ricky'nin aksine güzelliği hala farklılıkta arayanlar kaygı içinde boğulmaktan kurtulamıyor. Angela, bakire olmasına rağmen küçüklüğünden beri kendisine inandırdığı ideaya ulaşabilmek için Jenna Jameson rolü oynamayı kendine meşrulaştırıyor. Film boyunca gerçek olduğu tek sahnede ise titriyor... Ricky'nin annesi ölümüyle aynı evde yaşıyor, çıt yok... Albayın çığ gibi egosunun altında uyuya kalmış olan anne, ev toplu olmasına rağmen misafir gelince otomatik pilotta mahcup rolü oynayabiliyor, üstelik farkında bile olmadan. Peki ya Jane? Sahip olduğunu sandığı yapıntı annesinden gelen bir tokatla yerle bir olurken annesine sinirlenmiyor ve giysilerini çıkartıp camın önüne geliyor. Tokadın sorumluluğunu giysiler almış ve hemen o anda kendilerini yere bırakmışlar gibi... Bütün şiddetin sorumlusuna karşı düzenli olarak kullandığımız ritüelin kutsal parçaları! Ve ilk defa çıplaklığından utanmıyor; Ricky'de gördüğü ve daha önce kimsede görmediği bu herkese yetebilecek olan yıldızın ışığı altında parıldıyor.

   Carolyn ise hayatı boyunca kendisine gösterilen hedefe yürürken rüyalarının adamıyla tanışıyor ve evindeki başkaldırmaya boyun eğmeye de hiç niyetli değil, tam da ışık tuttuğu hedefe bu kadar yaklaşmışken... En yakın akıl hocasından kurban olmaması yönünde bir komut alıyor ve eve doğru yöneliyor.

Apartmanın önüne kim parketti?

   Albayın zihni öleli çok olmuş; ancak sırf varoluşunu sürdürme amacı ile hayata getirdiği oğlunu kaybettikten sonra ilk defa kendini sorgulayabiliyor. Yaşadığı zamanlardan hatırlayabildiği yitik sorgulama yeteneği ile muhteşem bir cesaret örneği göstererek Lester'ın kollarına bırakıyor kendini, kendi homofobik albay kimliğinin kalbine silah doğrultuyor, belki Ricky'nin neden gittiğini anlar ve geri gelmesine yardımcı olur diye... Ama Albays Fitts 'Albay'ı öldüremiyor ve bu sefer o silah, albay kimliğinin en tehlikede olduğu andaki imgeye yönelerek Lester'ın ölümü oluyor. Silahıyla eve gelen Carolyn kocasının dağılmış beynini görünce onu gelmeden önce arabadayken çoktan öldürdüğünü farkediyor ve odasına çıkıp vicdanını küçük bir kutuya kapatmaya çalışıyor...

   Lester hayatının sonunda mutlu ölümünü övüyor. 'Sanırım başıma gelenler için sinirlenebilirim ama etrafta bu kadar güzellik varken kızgın kalmak mümkün değil. Bazen sanki bütün güzellikleri bir arada görüyorum ve kalbim patlayacakmış gibi oluyor, sonra sakinleşmeyi hatırlıyorum, tutunmaya çalışmaktan vazgeçmeyi... O zaman yağmur gibi üzerimden akıp geçiyor ve sonsuz bir minnet duyuyorum, küçük aptal hayatımın her bir anı için...'. Bu ölüm, her bir anın ölümü için yakılan bir ağıt, bir sevinç gözyaşı; bu ölüm benim bir anım ve bütün hayatım, ben bu anım, bu ölümüm! Mutlu olurum ve hatırlarım, sonra her anı o ana benzetmeye çalışırım, kendime oldurmaya çalıştığım o geçmişe... Ancak ne geçmiş vardır ne de gelecek! Ölümünü sahipleniyor Lester, ölümüne kızamıyor...

'Mutlu Ölüm'

   Bu filmle En İyi Erkek Başrol Oyuncusu Oscar ödülünü kazanmış olmasına ve en hayran olduğum aktörlerden biri olmasına rağmen Kevin Spacey'nin oynadığı Lester karakterinden çok bahsetme gereği duymadım. American Beauty, Amerika'nın 'güzellik' kavramına ciddi bir başkaldırıda bulunan bir film ve benim favori başkaldırım Ricky Fitts'di, sebebi bu... İyi seyirler.