27 Aralık 2014 Cumartesi

Varoluşun Evrimi





  İnsan, özgür olmak için hangi tabuyu yıkması gerekir ve insan neden özgür olması gerekir ? Nedir tabu ? Wilhelm Wundt tabuları, insanlığın yazıya geçmemiş en eski kodeksi (yasalar topluluğu) diye tanımlar. Peki biz hangi tabudan bahsediyoruz ?
   Öncelikle 'insan nasıl bir varlıktır ?' gibi bir ontolojik konu üzerinden yola çıkmam gerekir ki, bu konuya tam girmeden, yüzeysel bir geçiş yaparak yazıma başlayacağım: insan; dünyaya bırakılmış bir varlıktır, var olur, ondan sonra tanımlanıp belirlenir, özünü ortaya çıkarır (J.P. Sartre -Varoluşçuluk). Peki insanın dünyaya nasıl bir etkisi vardır ve burada dünya derken neyi kastediyoruz ? Dünya derken kastettiğimiz şey, bir değerler kümesidir, yani soyut bir kavramdır, hayatlar bütünüdür. İnsan ise, bu değerler kümesi içinde bir altkümedir ve her ediminde bu değerlerin devinimine etki eder. Anlatmaya çalıştığım şeyi yine Sartre'ın güzel birkaç cümlesiyle örneklendirebilirim; Birinin bana dostluk beslediğine inanırım. Buna iyi niyetle inanırım ve bu konuda apaçık bir görüye sahip değilim, çünkü konunun kendisi, doğası gereği kendini görüye vermez. Buna inanırım, yani kendimi güvenden kaynaklanan itkilerin akışına bırakırım, buna inanmaya ve bu konudaki kararlılığımı sürdürmeye karar veririm, nihayet sanki bundan eminmişim gibi davranırım, bütün bunları aynı tavrın sentetik birliği içinde yaparım (J.P.Sartre - Varlık ve Hiçlik). Yani güvenmeye inanarak başlarım, inanmaya da inanmak isteyerek başlarım. İki kişi arasındaki ilk güvenme hissi, bir inanma edimi ile başlar; durduk yere, bilmediğim bir şeye inanarak güven yaratırım. İki kişiden ikisi de bu edimi diğerinden beklerse, 'güven' kavramı iki kişi için de olumsuzlanarak bir hiçlik içinde kaybolacaktır.
   İnsanın içgüdüsel ilk amacı nedir ve bunun için ne yapar ? Hayatta kalma içgüdüsünü (varoluşunu sürdürme -doğal seçilim) bir kenara bırakırsak, insan mutlu olmak ister, haz almak ister. Peki bu duyguyu gerçekten nasıl yaşayabilir ? Ancak özgür olarak...
   Kant, insan bir metafizik varlığa sahipse, onun da 'içindeki ahlak yasası' olduğunu söyler. Bunun için bilinç, vicdan, yargıç gibi kavramları da kullanabiliriz. Ben 'yargıç' kelimesini kullanmayı tercih edeceğim. Ne yapar bu yargıç ? Kant'ın söylediğine göre; mutluluğa ulaşmak için, olup bitendeki bağlar ve yasalardan yararlanarak, en doğru yolu bulmaya çalışır ve bize sürekli 'yapmalısın' komutu ile kendini hissettirir. Dostoyevski'nin Raskolnikov'u, her ne kadar bir roman karakteri de olsa bizim için bu konuda güzel bir örnek. Freud'un 'Oedipus Kompleksi' teorisinden de bir örnek verebiliriz; çocukluğunda bilinçdışında annesine karşı duyduğu cinsel dürtülerden ötürü babasını öldürmeyi bir an olsun aklından geçiren çocuk, bu düşüncesinden ötürü, çoğu edimini kendisini cezalandırmak üzere gerçekleştirir. Bu insanların geri kalan yaşamlarında bu suçundan arınana kadar suçluluk duygusunu başka algı ve olgulara kaydırdığını görürüz.
   Peki iki sorum olacak; insanın sorumlu olduğu bir işi, başka bir insan ya da başka bir varlık üstlenir ve 'bunu ben yaparım' dediğinde, ilk bahsettiğimiz insan, kendini o iş üstünde sorumlu hisseder mi ? İkincisi de; insan bilmediği şeyden sorumlu olabilir mi ?
   İlk sorunun cevabı konusunda benim öznel görüşüm, insanın kendini sorumlu hissetmeyeceği yönünde. Sizin için kararlar ve cezalar veren bir değerler bütünü içinde yaşıyorsanız ve her ediminizin, karşınızdaki insan varlığının bilincinde bir değer yarattığının veya mevcut olan değeri sizin ediminiz karşısında hissettikleriyle karşılaştırarak güncellediğinin farkında değilseniz, yarattığınız değerlerden ne derece sorumlu olursunuz ? Bu ortaya çıkan ironi ile sormuş olduğum ikinci soruya da bir bakıma cevap vermiş oldum sanırım...
   İnsan, hayatını farkında olmadan yaratmış olduğu bu değerler bütününe göre konumlanarak yaşar; o yüzden her insan herkes karşısında, bildiği her şeyden dolaysız, bilmediği her şeyden de dolaylı yoldan sorumludur
   Bir insana bir şey anlatırken, bu sorumluluğun farkında biri olarak, evrensel mutluluğa yani evrensel özgürlüğe katkıda bulunabilmem için nasıl bir yöntem izlemeliyim ? Herhalde daha muhteşem bir örneğe sahip olamayız: Mahatma Gandhi.. Bu insan, pasifizm adı verilen akım ile Hindistan'a bağımsızlığını kazandırdı. Kendisinin neler yaptığını burada yazmayacak ve size kendisi hakkında araştırma yapmayı tavsiye edeceğim. Kısaca belirteceğim şey; pasifizm, uyuşmazlıkların çözümü ya da çıkar sağlama aracı olarak savaşa ve şiddete karşı olmak demektir. Peki bu yöntem neden kullanılmalıdır ?
   Bir insan, başka biriyle diyalog halinde iken, o kişinin ağzından çıkan sözler bütününe tam anlamıyla konsantre olabilmesi için, o sözler bütünü üzerinde bir yargıya varma, o sözler bütününü anlamlandırma konusunda tam yetkiyi kendinde bulmak, yani tam anlamıyla özgür hissetmek ister. Yani karşınızdakinin sizin ağzınızdan çıkanlara nesnel bir yaklaşım sergileyebilmesi için, kendisini tehdit altında hissetmemesi (yargılanmadığını hissetmesi) gerekir. Ne karşısında tehdit ? Senin yargıcın karşısında tabii ki..
   Burdan itibaren sana 'sen' diye hitap edeceğim, umarım kusuruma bakmazsın, çünkü okurken yavaş yavaş maskeni çıkardığını gördüm. Korkma artık.. Neden maske taktığını biliyorum, hayatta kalmak istiyorsun (var olduğunu bilmek istiyorsun ve bunun için ikinci bir bilincin varlığına ihtiyacın var) ve bunun için maskeler ürettin; kendi varlığını hissetmeye başka bir bilince gittin ama onun da aynı amaçla sana geldiğini bilmiyordun; onun da özgür bir birey olduğunu düşünemedin, kendi özgürlüğünü sadece kendi hayatında yakalarsın zannettin... Sorun yok, istiyorsan yine tak, ben yine de takmayacağım; çünkü biliyorum ki ikimiz de birbirimizden beklersek maske iyice suratımıza yapışacak, ve yine biliyorum ki özgür bir hayata sahip olmak istiyorsam, bütün hayatları özgür bırakmak zorundayım ! Ne kadar ironik değil mi ? Mutlu olmak için maske üretip durduk, meğer ancak maskesiz mutlu olabiliyormuşuz..  Hayır ironik değil ! İkisi çok farklı şeyler çünkü; maskesiz halimin işlev görebilmesi için (beni mutlu edebilmesi için) bu kadar süre zarfı boyunca değişik maskeler takıp çıkarmam gerekiyor, çünkü maskesiz yüzüm kendini gerçekleştirmek için (maskesiz de hayatta kalabilmek, var olabilmek -bu sefer gerçek anlamda- için) bu maskelere muhtaç. Nietzsche'nin meşhur 'insan, aşılması gereken bir varlıktır' cümlesi de burdan geliyor. Burada son küçük bir hile var: bu maskeyi aştığınız zaman kendinizi diğer maskelilerden üstün gördüğünüz an... O zaman anlamalı ki, çıkartılacak bir maske daha var...
   İnsan evriminin ilk basamağında fiziksel olarak hayatta kalmaya çalıştı, sadece hayatta olmak onu tatmin etmedi, bunun için (fiziksel-biyolojik ihtiyaçlarını karşılamak için) makinalar üretip kendine boş vakit oluşturdu. Ancak mutluluğa kavuşmak için boş vakit oluşturmaya çalıştığını bilse de, 'nasıl ?' sorusunun cevabını arıyordu. Bilinçte -yaşama sebebi- bölümündeki boşluk, doldurulması gerekti. Kendi ürettiği-yarattığı maddelere hayran oldu ve o boşluğu onlarla doldurabileceğini sandı, yine umduğunu bulamadı.. Ve evrim devam ediyor, insan o boşluğu doldurmaya çalışıyor. Bu yaratılan değerler dünyasında, bugüne kadar takmış oldukları maskelerden umudu kesen, maskeyi çıkarınca hayatta kalamayacağını (bu sefer -mutlu olamayacağını- anlamında) düşünen insan varlığı da son bir maske olarak düşündüğü, kendi yarattığı soyut kavramlar maskesine sıkıca sarılıyor, altın vuruş... Diğer bir yandan da mevcut maskesiyle çok mutlu olduğunu düşünen insan varlığı da, doyuma ulaşınca o diğer son bir maskeye güveniyor. Bu maske bağımlılığının sonunu görebiliyorum sanki: bundan uzun zaman sonra insan bunları da çözmüş, şimdiki zamanları da aynı ilkel kabileleri şu an işlediği gibi işliyor, insanın kendi oluşturduğu tabuları yine kendi yıkarak nasıl mutluluğa ulaştığına bakıyor...
   Yazımın sonuna geldim; umuyorum ki kafamdakileri, kafamda olduğu haliyle size aktarabilmişimdir. Çünkü biliyorum ki bu kafamdakiler sizde de bende var olduğu gibi var olursa ancak bu boşluğu doldurabiliriz. Unutmayın; yedi milyar maske olabilir, ancak bir tane ben var...


Metallica - Turn The Page (1998)