ÖNSÖZ
Felsefe yazıları, kendi terminolojisi ve karışık cümleleriyle genelde 'sıkıcı' olarak nitelendirilir. 'İnsanların zaten düşünmekten çekindikleri konular için biraz daha akıcı, biraz daha basit bir dil kullanılamaz mı?' sorusuna cevap vermeye çalıştım. Biraz ordan biraz burdan esinlenerek, biraz uzun da olsa, bazı karışık konuları anlaşılabilir düzeye indirgemeye çalıştım. Aslında bu konu için kısa bile... Hiç değinmediğim ve çok kısa kestiğim konular var çünkü. Başlıkta katilin ne işi var diyebilirsiniz; düşündüm ki, her insan edimini tek bir amaca indirgeyebiliyorsanız ve her insanın eşitliğinden bahsedebiliyorsanız, bir katili de anlayabilirsiniz...
***
Her bir an ölmeye mahkûmdur. Ölme şartı ile var olabildiği müddetçe var olma çabasına izin verilir. Var olduğu hemen o anda ölmezse, anlamsız tek bir nota gibi kalacaktır. Müzik, ancak varlığın hiçlikle yaptığı bu anlaşma ile titreşir. Biz, her an var olmaya çalışan hiç mirasları, bu anlaşma olmasa, bilinç dediğimiz ‘var olma çabası’ veya ‘düşünüm müziği’ var olmayı çabalayamayacaktır. Düşünüm gerçekten de bir müzik gibidir, nota ölmeden düşünüm düşünemez. Bir sonraki nota için duyularımız yeterlidir, bu hisler bizi var etmeye yetkin; ancak konu sadece var olmak değil, varlığın yoğunluğu. Yere basıyorum, hissediyorum, evet yere göre varım, gördüklerim de var, peki ya hissetmediğim bu onca şey ne? Ne işe yarar bütün bunlar, nedir bütün gördüklerim? Bana bakıyorlar, görüyorum, evet varım, ama kim/ne o? Varlığımın karşısında kocaman bir tehdit, bir hiç! Onun bilincinden neler geçiyor? O ne yaparsa, ne söylerse o olmalı, çünkü başka referansım yok, mümkün değil! Onun için ben de öyle.
Her bir anın ölüşü ve diğerinin doğuşuyla gelen zamansallık esnasında, bu her anın bir foroğrafının çekildiğini düşünelim. Bir tine (bilince) sahip olmayan varlıklar kendindeler, her bir andan diğerine hiçlikle dans etmedikleri için tam olarak bilinebilir, sadece bir nota onlar. Yani bu kendinde varlıklar hakkında kesin bir bilgiye varılabilir. Peki ya insanlar? Bu hiçliği tamamen doyurabilmek için, her ölen anda çalınan notaları bilmemiz, hatta bu hiçlik kaygısını yaşamamak için de arkasından gelecek notaları da bilmemiz gerekir. Diğer insanların hepsinin de ne yapacağını bilmek, yani herkes olmak! Yani hem kendinde varlık gibi yoğun varlık doluluğu olmak, hem de bilinçli olmak. Biraz daha açarsak, bir senfoni olmak isteyen bir tek nota. Evet bu mümkün değil, çünkü bahsettiğimiz gibi bize bu düşünümü sağlayan varlığın sonluluğu. Ancak dilin icadı ile paylaşım potansiyelimizin artışı bize daha çok bilgi, yani varlık sunuyor. Tek isteğimiz hiçlikten uzak olmak, var olmak. Bu amaçla yaptıklarımız ve anlattıklarımızla, başka bilinçler ile birlikte oluşturduğumuz hayatta bir karakter yaratırız. Hayat dediğimiz şey, aşkınlaşmış imlemler bütünüdür, yani; düşünce içeriğimizi (imlemler) dışa vururuz (aşkınlaştırırız) ve dışa vurulduğu an geçmiş olurlar ve başka hafızalarda kendimizi yaratmaya başlamış oluruz. Bahsettiğimiz mümkün olmayan projemizin yerine bu yapıntı benler ile idare ederiz. Buradaki düalizm (ikilik) şu şekilde: kendi-için varlığımız (bilincimiz), başkası-için varlığımız (oluşturduğumuz ‘ben’). Başkaları hiçbir zaman kendi-için varlığıma erişemeyeceğinden, ben bu hayatta, dünya üzerindeki aşkınlaşmış imlemer bütününde başkası-için varlığım ile varım. Bu bahsedilenler hayatta nasıl tezahür ediyor biraz yakından bakalım.
Küçük bir çocuk olan Soner yoksul bir ailede yetişmektedir. Yaşıtların ve diğer insanların, etrafındaki nesnelere etki ettiklerini gözler. O da kendi gördüğü nesnelerin ne olduğunu merak etmektedir, bu nesnelerdeki hiçlik, onun için sürekli bir kaygıdır. Etki etmek ister, bu nesnelerin dilini öğrenmek ister, bu nesnelerin ne olduğunu deneyimlemek, yani onlara varlık katmak ister. Ancak ailesinin maddi durumu kötüdür ve Soner’e hiçbir şey alamamaktadır. ‘Öğrenci Soner’ sessiz bir çocuktur. Okulda diğer çocuklar futbol konuşurken, O konuşmaya katılamaz, evde televizyon olmadığı için konuşulanlar onun için bir hiçtir. Çocukların beraber oynadıkları şeylerin nasıl oynandığını bilmez, bilse de kötü oynar.
Diğer çocukların da farklı bir amacı yoktur, etrafındaki hiçlikleri ‘varlık’ ile doldurarak kaygıdan kurtulmak… Soner de bu şekilde diğer çocuklar için ‘hiç’dir, onlar için bilinmedik bir nesnedir ‘öğrenci Soner’, kaygı kaynağıdır. Bazı durumlarda kaygı unsuru olmasa bile ‘yararsız’dır. Soner’de onlar için hiç varlık yoktur, birbirleri ile beslenirken neden bir hiçlik ile uğraşsınlar ki? Soner bu kadar hiçliğe dayanamaz ve bir gün futbol topu çalar. ‘Hırsız Soner’ olursa yararsızlıktan tam bir kaygı kaynağına dönüşeceğinin farkındadır aslında. Bir tarafta ‘Hırsız Soner’, bir tarafta ‘Futbolcu Soner’… Bu, göze alınacak bir risk gibi görünür. ‘En kötü ihtimal bir topum olur ve oynarım (bir şeye etki ederim, bir nesneye hükmederim)’ diye düşünür. Soner yakalanmaz, topuyla ara sıra oynama fırsatı bulur ve bundan büyük keyif alır. Bir karar vermiştir ve başarılı olmuştur; kendi kararı, özgürce verilmiş, O’nun. Çocukların arasına karışmayı başaramaz. Geçen sefer ki başarısı ve hiçliğin ufak dürtmeleri onu bir hırsızlığa daha motive eder. Amaç çocukların futbol sohbetine katılıp onlarla paylaşımda bulunmak, hem yararsız olmamak hem de onlara karşı duyduğu kaygıyı azaltmak hatta yok etmektir. Televizyon büyük bir hedef olduğundan her gün bir gazete çalmaya karar verir. Her günkü spor haberlerini okuyarak bu amacına ulaşmak istemektedir. Planları istediği gibi yürümez ve bir gün yakalanır. Bu haber çabukça yayılır ve Soner çok geçmeden ‘Hırsız Soner’ olur. Hırsız sıfatı, aşılmış imlemler bütünü diyebileceğimiz, yani bizim için varlık sofrası olan bu hayatta ‘kötü’ olarak nitelendirilir. Hırsızlara bu sofrada yer yoktur. Diğer çocukların aileleri, çocuklarının Soner ile görüşmesini tümden yasaklar. Çocuklar okulda Soner’i hor görmeye ve dışlamaya başlarlar. Soner, hiçliğini daha yoğun bir şekilde iliklerinde hissetmeye başlamıştır ve bu duygu hiç de katlanılabilir bir duygu değildir. Soner’e göre, diğer çocuklar Soner’in hırsız olmasını sağlamıştır, Soner bu kararı vermek zorunda kalmıştır, Soner hiçbir zaman hiç olmak istememiştir. Kararın sorumluluğunu başkalarına atar ve böylece yalanlar zinciri başlar. Sokakta savunmasız bir kediyi severken, hiçliği ona fısıldar ‘işte onlar da bu kedi gibi sana tehdit unsuru oluşturmasa, sen de şimdiki gibi sevecen olurdun’. Tek sorun buydu, ona fırsat verilmemişti, suçlu kendisi değil, diğerleriydi. Kendini bu yalana inandırması, onun agresifleşmesine sebep oldu. Çünkü o kabul etse de etmese de burada ‘Hırsız Soner’di ve aslında bu şahısı o oldurmuştu.
Soner bir gün kendisini dışlayan çocuklardan birini okul çıkışında tek yakalayarak döver. Dövdüğü kişi, onu ‘Hırsız Soner’ yapanın sorumlularından biriydi, o sıfatı alması için yaptıklarının kararını verendi sanki. Başkalarına karşı duyduğu kaygıyı inkâr etme cesareti onun öfkesiydi ve öfkesini bu olanların sorumlusuna yöneltmeliydi. Kendine söylediği yalan adeta bir ayna gibi bu öfkeyi başkalarına yansıttı. Diğerleri peki gerçekten suçlu muydu?
Temel projeden bahsettik, her an başarısızlığa uğramaya mahkûm, ancak ‘razı’ olabileceğimiz başka bir yönelimle doldurma gayretinde olabiliriz. Ben başkaları karşısında kaygı duymak istemiyorum, bunun için her an ne yapacaklarını bilmem gerekiyor ama bu da mümkün değil, yani başkalarının özgür yaratımlarının (Soner’in hırsızlığa karar vermesi gibi) yönelimini bilmek istiyorum; sırf bu kaygımı ortadan kaldırmak için, bilemeyeceğim gerçeğinden ötürü onun edimlerine, ‘bana zarar gelmesin’ ya da ‘daha bilinebilir’ olsun diye sınırlar koyuyorum. Yani ona 'olabileceği' yapıntı bir varlık sunuyorum. 'Sen -Çalışkan İrfan- karakterini oynarsan burada senin seçeneklerin daha az kaygısız olacak.' vaadi, benim kendimi aldatmam için bir teşviktir. Sanki o vaat edilen karakter, bana özgürlüğümün anahtarını veriyormuş gibi. Ancak ben edimlerimin seçimi konusunda zaten özgürüm, özgür olmaya mahkumum, çünkü ben, seçtiklerimim, seçmezsem olamam. Bu karakter olsa olsa, seçeneklerimin bazılarındaki kaygı miktarını değiştirecektir. Ben bu karakteri oynasam da oynamasam da seçimlerimden ben sorumlu olacağım. Çünkü bu vaat bir yandan kulağıma şunu fısıldar: 'Bu karakteri seçmek de senin özgürlüğüne bağlı, seçmeyebilirsin.'
Bugüne kadar insanlar bu bahsedilenlerin, yani her insanın amacının aynı olduğunu, her edimine yön verdiğini bilmediğinden (bildiğinin bilincinde olmadığından) ötürü, bu amaç ile birbirine zarar vermiştir. Ancak bugün, adına hukuk ve ahlak denilen iki tane (yazılı ve yazısız) kurallar bütünü sayesinde bazı edimlere ‘kötü’, bazı edimlere ‘iyi’ diyoruz. Bu iyi ve kötü nitelemesi sadece bu edimlerin daha önceleri, bütün bu bahsedilenleri bilinçsizce yaparken başka öznelere zarar vermemizden kaynaklandı. ‘Başka birine karşı kaygı duymak istemiyorsunuz ama başkalarının da amacının aynı olduğunun farkında değilsiniz, bunun farkına varana kadar bu yasalara uyacaksınız’ cümlesi, bütün bu kuralların kısaltılmışıdır. Herkesin projesi ortak ise, Ivan Karamazov’un dediği gibi ‘her şey mubahtır’. Tek gereken farkındalık, başkasının özgürlüğünü olumsuz etkilemeden eylemektir. Zaten bunu yapmayan insan kaygılı insandır ve kaygısını gidermenin tek yolu, hiçliklerinin içini deneyimle doldurmaktır, öğrenmektir. Bu başkasının özgürlüğüne etki eden insanları kısıtlar ve dışlarsanız (hırsızlık yapan Soner gibi), onun kaygısı her an birikecek ve belki de bir katile dönüşecektir. Her ne kadar bu insanlar bizim için kaygı kaynağı iselerse de biz bunun bilincinde olan insanlar olarak, öfkeli insanın varlığa aç, varlık dilenen bir insan olduğunu bilmemiz gerekmektedir. Kaygılı insanın öfkesine aynı şekilde karşılık vermek basit bir dalga teoreminde olduğu gibi toplumdaki hiçliği büyütecek ve bütün bu bahsedilenlerin geçersiz olduğu yalanına bizi yaklaştıracaktır. Başkaları için kaygı kaynağı olduğumuz sürece ve bütün bu bahsedilenler öğretilmediği sürece, her insan kendi özgür kararlarının sorumluluğunu, kaygı kaynağı olan başkalarına, onların her yerde farklı şekilde oluşturduğu normlara (iyi ve kötülere) ve genel olarak sisteme atacaktır. Yani insanı kısıtlamak kendini aldatmaya teşvikse, bir insana 'zayıf kişilikli' muamelesi yapmak, onu gerçekten 'zayıf kişilikli' yapmaya yardımcı olacaktır.
Bugüne kadar insanlar bu bahsedilenlerin, yani her insanın amacının aynı olduğunu, her edimine yön verdiğini bilmediğinden (bildiğinin bilincinde olmadığından) ötürü, bu amaç ile birbirine zarar vermiştir. Ancak bugün, adına hukuk ve ahlak denilen iki tane (yazılı ve yazısız) kurallar bütünü sayesinde bazı edimlere ‘kötü’, bazı edimlere ‘iyi’ diyoruz. Bu iyi ve kötü nitelemesi sadece bu edimlerin daha önceleri, bütün bu bahsedilenleri bilinçsizce yaparken başka öznelere zarar vermemizden kaynaklandı. ‘Başka birine karşı kaygı duymak istemiyorsunuz ama başkalarının da amacının aynı olduğunun farkında değilsiniz, bunun farkına varana kadar bu yasalara uyacaksınız’ cümlesi, bütün bu kuralların kısaltılmışıdır. Herkesin projesi ortak ise, Ivan Karamazov’un dediği gibi ‘her şey mubahtır’. Tek gereken farkındalık, başkasının özgürlüğünü olumsuz etkilemeden eylemektir. Zaten bunu yapmayan insan kaygılı insandır ve kaygısını gidermenin tek yolu, hiçliklerinin içini deneyimle doldurmaktır, öğrenmektir. Bu başkasının özgürlüğüne etki eden insanları kısıtlar ve dışlarsanız (hırsızlık yapan Soner gibi), onun kaygısı her an birikecek ve belki de bir katile dönüşecektir. Her ne kadar bu insanlar bizim için kaygı kaynağı iselerse de biz bunun bilincinde olan insanlar olarak, öfkeli insanın varlığa aç, varlık dilenen bir insan olduğunu bilmemiz gerekmektedir. Kaygılı insanın öfkesine aynı şekilde karşılık vermek basit bir dalga teoreminde olduğu gibi toplumdaki hiçliği büyütecek ve bütün bu bahsedilenlerin geçersiz olduğu yalanına bizi yaklaştıracaktır. Başkaları için kaygı kaynağı olduğumuz sürece ve bütün bu bahsedilenler öğretilmediği sürece, her insan kendi özgür kararlarının sorumluluğunu, kaygı kaynağı olan başkalarına, onların her yerde farklı şekilde oluşturduğu normlara (iyi ve kötülere) ve genel olarak sisteme atacaktır. Yani insanı kısıtlamak kendini aldatmaya teşvikse, bir insana 'zayıf kişilikli' muamelesi yapmak, onu gerçekten 'zayıf kişilikli' yapmaya yardımcı olacaktır.
İnsanın hiçbir edimi yoktur ki kaygısını gidermek, varlıkla beslenmek için olmasın. Kimse başkasının kendi-için varlığında yani öznesinde özne olamayacağı için her insan bir diğeri için sadece geçmişten bir hatıra imgesi ve gelecek için bir varlık fırsatıdır. Örneklendirecek olursak: ben birini ‘sevdiğimi’ iddia ediyorsam, o kişi benim geçmişte kaygılarımı aşmama yardım etmiştir ve gelecekte kaygılarımı yok etme projemde bana yardımcı olacağını düşünüyorumdur. Onu gördüğümde içinde doğan mutluluk geçmişteki yaşadığım kaygısız günlerin imlemi ve gelecekte de ne yapabileceğini aşağı yukarı kestirmemdir. Yani onun benim-için varlığının kendisi-için olan varlığına yakın olmasıdır, ben onun aklından geçenleri aşağı yukarı tahmin ediyorumdur. Mutluluk ise, önümdeki seçeneklerdeki (kaygıyı yok etmek adına) kaygı miktarının azlığıdır. Yani; ‘Ben bunları yapmak istiyorum ama kimse bunu ‘kötü’ olarak yorumlamaz ve ben (oluşturduğum yapıntı ben, başkası-için ben), onların imkanları (seçenekleri) arasında bir tehdit olarak yer almam, her şeyi yapabilirim.’.
En büyük yanılgı, bize başkası için özel olabileceğimiz vaadedilmiştir. Yani bir başkası kendi kaygısını düşünmeden yani kendi varlık karını düşünmeden sadece benim için bir şey yapabilirmiş gibi. Bir insanın sadece kendi çıkarı için edimlerde bulunmasına bencillik diyorlar; sadece başkalarının yararına davranmasına da özgecilik veya diğerkamlık. Eğer benim mutluluğum etrafımdaki hiçlikleri doldurabildiğim varlık miktarı ise ve bu dünyada kendi oluşturduğum başkası-için varlığımla var isem ben bu varlığı öyle oluşturmalıyım ki kimse bana karşı kaygı duymasın ve benim önümdeki seçenekler de kaygıdan uzak olsun. Yani ben kimseye tehdit oluşturmamalıyım, özgeci olmalıyım. Özgecilik göründüğü üzere süper-bencilliktir. Süper-bencillik ise şu demektir: insan edimleri tek bir amaca indirgeniyor ise (hiçliğini besleme) ve bunun için ona kaygı unsuru oluşturan olguları deneyimle doldurmasından başka çaresi yok ise, doğduğu ilk andan itibaren karşısına çıkan deneyim fırsatlarını en azından önemli bir zamana kadar bilinçsizce seçiyor ise ve kendi oluşturduğu kişiliğe etki eden genleri de şansa elde etmiş ise, birimizin diğerinden ne farkı kalıyor? Nerede iyi ile kötü? Zaten bu amaca hizmet etmeyen bir insan kendini aldatıyor ve kaygısı bol bir insandır. Bu özdeşliğe sahip olduğunu bilen insana hangi insan ‘yararsız’ gelebilir? Bencil insan ‘Ben İrfan’ım’ derken süper-bencil insan ‘Ben İnsanım’ der. O yüzden Machiavelli’i yargılarken bir kez daha düşünmek gerekli diye düşünüyorum.
Gelelim Soner’e… Diğer çocuklar da tabii ki Soner’in amacının da kendilerininkiyle eş olduklarının farkında değildir. Soner’in onlar için yararsızlığının, onlara ilerde bir tehdit unsuru olacağını düşünemediler. ‘Nasıl olsa yararsız, neden aramıza alalım?’ düşüncesi zamanla Soner’in kendini aldatmasına (hırsızlık kararının sorumlusu ben değilim), onlar için bir kaygı kaynağına dönüşmesine sebep oldu. Onlara ailede ya da okulda öğretilen ‘hırsız kötüdür’ kavramı, ‘hırsızla muhatap olma’ talimatları, hırsıza ilgi gösterdiği takdirde bir dışlanma kaygısına yol açtı. Çocuklar da Soner’le görüşmemeyi veya Soner’i dışlamayı seçerken seçeneklerine baktılar: Soner’e acıyan, anlamaya çalışan çocuğun önünde bile bir kaygılı seçenek var; ‘Soner’le konuşursam ailem ne der, arkadaşlarım ne der?’, Soner’i görmezden gelip küçük bir kaygıyı göze almak daha mantıklı gelmiştir onlara. Belki de Soner’in ileride bir katil olup onları öldürme, tamamen hiçliğin kucağına atma tehlikesini göremediler. Ama bu demek olmuyor ki onların bu kararını başkası veriyor, kararı özgür iradeleriyle yine çocuklar veriyor ancak ortadaki aşkın imlemler bütünü, yani bizim her an oluşturduğumuz ahlak sisteminden hukuk sistemine kadar nesneleştirdiğimiz her olgu o kadar etkin gözüküyor ki, insan karar verirken bu kararın sorumluluğundan kolayca kaçabiliyor. Bir kendini aldatma daha… Sanki o kararı o vermemiş de başkası vermiş gibi, sanki biri onun yerine karar verebilirmiş gibi (kişi kendisinin yerine başkasının karar vermesine de karar verebilir), sanki herhangi biri, başkası için bir şey yapabilirmiş gibi. Verdiğimiz her karardan biz sorumluyuz, önümüzdeki kaygı içeren seçeneklere rağmen. Yani oluşturduğumuz başkası-için varlığımızdan biz sorumluyuz ama temeli biz değiliz. Biz savunmamızı okuruz, yargıya onlar varır. Temel projemizi gerçekleştirmek imkansız ancak başkası-için varlığımıza razı olmak zorundayız. Şu an bütün bunların bilincinde (konuşlandırıcı-bilincinde) olan insan az olduğu için ‘razı’ oluyoruz. Şu an Sartre’ın dediği gibi gerçekten ‘Başkaları Cehennem’. Ne zamanki projemizin imkansızlığını kabul ederiz, yani hayali bir intihar gerçekleştiririz, o zaman başkaları cennet olur. Camus, ‘absürd’ olarak adlandırdığı bu yaşamı kabullenişinden bahsederken şöyle der: 'Umudu yok etmek umutsuzluğu getirmez'. Bu durumumuza alternatif olarak düşündüğümüz her şey, her umut bir ölümsüzlük projesidir, o yüzden bu hayali intihar, ‘absürd’ün kabullenişi gereklidir. Yok edin bütün umutları, sonsuz yaşam projelerinin bireyselliği fantezisinden vazgeçin, burdayız işte, bizi biz yapan sonluluğumuzdur… Evet! Her insan, herkes karşısında, her şeyden sorumludur!
NOT: Kesinlikle katilliğin maddi yoksunlukla hiçbir ilgisi yoktur. Verilen örnek sadece konuyu açıklayabilmek amaçlıdır. Her şeyin mübah olduğu bu dünyada kimse katil olmak istemez, meğer ki hiyerarşinin pırlanta maskesi yüzünü gösterip eşitliğe çomak soksun...