1 Eylül 2015 Salı

American Beauty - 1999


Film Türü: Drama
Film Süresi: 122 Dk.

Birinci Bölüm

   Hayatı sevmek. Çok basit bir kalıp gibi geliyor değil mi? Ancak maalesef hala muğlaklığını korumakta olan bir kavram bu... American Beauty filmi bu kavramın üzerindeki sis bulutunu dağıtarak bize gerçekten ne anlama geldiğini anlatabilmekle kalmamış, aynı zamanda sisin kaynağına da ışık tutmuştur. Kaldı ki çoğu film sadece kirliliğe sebebiyet veren kaynağı gösterirken 'sevgi' kavramını ihmal etmiş ve bizi yine umutsuzluk içinde bırakmıştır. Filmin analizine başlamadan önce hayat ve sevgi üzerinde durmamız mantıklı ve gereklidir; her ne kadar günümüzde mantık 'gereksizler' kutusunda çürümeye yüz tutmuş olsa bile...

   Hayat, tek sahip olduğumuz gerçekliktir. Birçok insanla aynı biçimleri görsek de, bunların hiçbiri aslında aynı şeyler değildir. Aynı masaya bakarız, aynı filmi izler, yeri gelir aynı insanla konuşuruz, ama bunların hepsi bizim için farklı anlamlar ifade eder ve biçimsel olarak aynı olan bir gerçekliğin içinde zihinsel olarak farklılaşmış bireyler olarak görünürüz. İşte tam da bu farklılaşma, bizi bir ikiliğin ortasında bırakır. Fark kavramı, 'bir diğeri'ne işaret eder ve bizi konumlanmaya zorlar, kendi hayatımıza karşı konumlanmaya... Bir başka bakış açısı gördüğümüz zaman ona tam da 'bir BAŞKA bakış açısı' olarak bakmaya çalışırız. Halbuki bize görünen bu bakış açısını yine biz kendi aklımızda yorumlarız; hatırladığımız ve hatırlamadığımız geçmişimizin tümüne karşı, yani kendi hayatımıza karşı onu başkalaştırırız ve bize karşı bir tehlike arz edip etmediğini kontrol ederiz. Bu çok mutlak bir hayatta kalma içgüdüsüdür. Bu kendimize karşı konumlanma, düşüncenin işleyişidir ve düşünce de OLMAYANDIR. Bu olmayan, kendini bugüne kadar eşleştirdiği, doğru olduğuna inandığı, yani OLDUĞUNA İNANDIĞI her şeyi korumak için bu sorgulamayı gerçekleştirir. İşte tam da bu an bize iki yol işaret eder; tamamen seçimi bize ait iki yol, mutluluk ve mutsuzluk, sevgi ve nefret; hepsi aynı kapıya çıkan bir ikilik: OLMAK ve OLMAMAK. Düşüncenin olmayan olduğundan ve bunun da bir ikilik oluşturduğundan bahsetmiştik, yani OLMAYI da doğuran olmayandır, ancak bu ikilikte kalmak, sürekli bir olmayışı yani negatif kısmı işaret eder. Bu nokta da, Kierkegaard'ın bağnaz inancı övmesinin sebebidir. Tamamıyla inanmanın, bilmekten hiçbir farkı yoktur. Sağlam bir inanç, içinde sorgulamayı barındırmaz ve sorgulamanın (yani olmayanın) da olumsuzlanması ile ortada bir teklik kalır. İşte tam da bu teklik, bizi OLMAYA, o da bizatihi sevgiye götürür. Sevgi, hayatında olan her şeyi buyur etmektir; her türlü bakış açısını, her türlü olguyu kendi yorumladığı gibi gördüğünü kabul ederek hayatının bütün sorumluluğunu üstlenmektir. Sevgi, olmayandan kaçıştır, OLMAMAKTAN kaçıştır, yani ölümden kaçıştır. Olmayanın VARLIK istencidir, güç istencidir; güç ise sahip olma istencidir. Sevgi, sahip olma hissidir; kendi hayatındaki her şeye, kendi hayatına, yani kendine sahip olmaktır; sevgi kendini sevmektir, sevgi SEVMEKTİR. Yaşanılan her şeyin kendine ait olduğuna sadece bağnazca inanmaktır. Yukarıda da bahsedildiği gibi, her şeyin bir bakış açısından ibaret olduğunu, bütün sorumluluğun kendine ait olduğunu kabul etmektir. Olmayan hiçlikten korkmuş ve sadece olabileceğine inanmıştır, sadece SEVEBİLECEĞİNE inanmıştır, olmayışı sevebileceğine, sadece inanarak mutlu olabileceğine inanmıştır. Ölü olan bir varlığı oldurmuş, ona bir geçmiş vermiştir, vermeye devam etmektedir. Bu geçmiş, bilgidir. Nasıl öldüğüne dair güzel bir senaryo hazırlamak istemiştir. Ortada bir ölüm sonrası yoktur, sadece öncesi vardır. Eğer bir sonra varsa, bu yaşamdan sonrasıdır. Sartre'ın kendini aldatma dediği bu ilüzyon, safi inançtır. Kendini inandırmadır. İnandırma kavramındaki '-dır' eki de bir konumlanmayı temsil eder. Yani bizler bir kaygıyla başlamış ancak bunu sevgiye çevirebilmiş varlıklarız. Bize şah damarımızdan daha yakın olan bu olmayanı görmeye çalışmamız, bize söylendiği gibi nafiledir, o her yerdedir. Bize düşen tek şey, sevebilmeye inanmaktır. Bu da Nietzsche'nin amor-fati kavramının karşılığıdır.

   İkinci Bölüm

   Birinci bölümde hiçlikte bir gezinti yaptık, gözlerimiz kapalıydı, bakış açımızı ayarladık, şimdi ise gözümüzü açma zamanı. Ne görüyoruz? İnsanlar... Hayatta kalmak için para kazanmaya çalışıyorlar. Hayatta kalmak ve para... Hayata gelme amacımızdan bahsetmiştik; hayatta kalmak, hayat oluşturmak ve olmak. Evet olmak sevgi ve sahip olmaya götürmüştü bizi, peki para yardımcı oluyor mu? Para ile ne yapıyoruz? Evlerde oturuyor, arabalara biniyoruz; kısacası kendimize maddi şeyler alıyoruz. Hiçbir zaman gerçek anlamda sahip olamayacağımız şeyleri alıyoruz. Odalarımızda kendimizi ait hissettiğimiz düşüncelerimizi imgeleyen eşyalar, aynı şekilde kıyafetlerimiz... Doğadan borç alıyoruz, bu maddelerin hepsinin kendi varlığı var ve biz onları sömürgeleştiriyoruz. Ve ne kadar çok para kazanırsak o kadar mala sahip oluyor, yani aynı anlamda o kadar çok borçlanıyoruz. Üzerimize geçirdiğimiz bez parçaları da tanrılaştırdığımız maddenin polisleri; giydiğimiz zaman kendimizi diğerlerinden farklılaştırarak koruduğumuz yanılgısına düşüyoruz. Bizden farklı olarak gördüklerimizi düşman belleyerek putperestçe yaşıyoruz. Mutluluğu arıyoruz; evet bizi sahip olmaya götürüyor ama bizler olmayanlardanız. Bizler düşünceyiz, ancak bir ideaya sahip olabiliriz. Maddeler de sadece onlar üzerindeki bakış açılarımızdan ibaretler. Gandhi mutsuzluğun yoksullukla ilgili olduğunu biliyordu. Ancak yoksulluk, sizin düşündüğünüzün tam tersi bir kavrama işaret eder: bir insan ne kadar çok maddeye sahip olduğuna İNANIYORSA, o kadar çok koruması gereken şey, yani o kadar çok kaygısı vardır; o kadar çok borç batağındadır. Kontrol edebileceğiniz tek şey, düşüncelerinizdir. Evet mutlu olmak için ilkin bir kaygıyı kullanmamız gerekir, ama onu öldürmek için. Öldürmek şiddeti çağrıştırsa da, bu başka türlü bir öldürmedir. Olmanın dili sevgidir ve olmayanın silahlarından kullanmaz. Severek yok eder yok olma kaygısını, sadece inanarak. Düşünce, düşündüğü sürece vardır ve kaygı duyulacak geriye hiçbir şey kalmamıştır, meğer ki kaygı oldurulsun. Ölümde düşünce yoktur... Epikuros'un da dediği gibi, 'ölüm varken ben yokum, ben varken ölüm yok'.

Üçüncü Bölüm

   Evet gözümüzü açtık, hayattan ve onu sevmekten bahsettik, işin tamamen olmak ve olmamaktan geldiğini gördük. Gelelim filmimize... Karakterlerimizi yargılamadan önce ne kadar borç içinde olduklarına bakmakta ve üst benliğimizde bizi yöneten ahlak ve incelik kurallarını ele almakta fayda var. Günümüzde toplumumuzda bulunan bütün kurallar egemen güce, yani kapitale hizmet eder. Ne kadar çok mala ve bu malla gelen bir saygınlığa sahipsek bu kuralları daha çok benimseme eğiliminde oluruz. Ancak bu farklılaşma yarışında ne kadar geride kaldıysak bu kuralları da yoksaymaya yakın oluruz, bu da düşüncenin kendisine olan inanca yaklaşmadır. Düşünce bütün ahlak kurallarını yoksayar, daha doğrusu çıkarına göre düzenlemek ister. 



   Global reklamcılığın insanlara 'mutluluk' olarak benimsettiği kusursuz biçimlere (!) bürünmeye çalışan bir grup insan; çok yabancı değil sanırım? Karısı ve kızı tarafından saygı duyulmayan, on dört yıllık işini de kaybetme aşamasına gelmiş, sistem tarafından zombileştirildiğini hissetmeye başlamış ve ussal bir başkaldırının sinyallerini vermeye başlamış olan Lester (Kevin Spacey); emlakçılık yapan, kariyerinde hala hedefleri olan, evinin her bir köşesinde egemenliğini ilan etmiş karısı Carolyn (Annette Bening); baskılanarak en büyük ihtiyaç olarak gösterilen seksin parıltılı giysisini taşıyan Angela (Mena Suvari), onun gölgesinde okulda hayatta kalmaya çalışan, kendine dair sevdiği en ufak bir nokta olmayan Jane (Thora Birch); Jane'i sürekli kameraya alan, yan binaya yeni taşınmış emekli albay Fitts'in (Chris Cooper) oğlu Ricky Fitts (Wes Bentley)... İnsanlar filmi anlamayıp umutsuzluk aşılıyor diye eleştirmesin diye filme yerleştirilmiş bir de eşcinsel çiftimiz var.

   Filmde Lester ön planda çünkü başkaldırışı ile en fazla sempatiyi toplayacak karakter, bir de Kevin Spacey tarafından canlandırılınca tadından yenmez oluyor. Ancak albayın oğlu Ricky'ye ayrı bir parantez açmamız gerekir. Farklılaşmanın hedef olduğu bir sistemde eşitlik, yani birlik, sıradanlık olarak yeriliyor ve ölümün yerine konuluyor. Bütün hayatımızı başkaları tarafından farkedilmek için, yani üzerlerine taptıkları putları temsil eden bez parçaları geçirmiş sahte tanrı elçilerinin sömürgesi olarak benimsediğimiz için sıradanlık baya bir korkutucu olabilir tabii. Zamanında sistemin aktörelerini arkasına alarak yüzlerce kişiyi yöneten bir albay, sanki ölmüşcesine her anını 'albaylık' için adak haline getirirken onun sıradanlık korkusu, oğluna karşı oluşturduğu tehdidin yanında Ricky'ye sempatik gelebiliyor. Genç yaşında her şeyini (sahip olduğunu sandığı) kaybetmeyi göze alarak istemeden madde bağımlılığından kurtulan Ricky, bir başka maddede teselli bularak mutlu olabiliyor. Lester, kendisine gençken ne kadar mutlu olduğunu söyledikten sonra ona, babasının odasındaki her şeyi garsonluk işinden gelen parayla aldığına inanmasını hatırlatıp, SAKIN İNKAR ETMENİN GÜCÜNÜ KÜÇÜMSEME, diyebiliyor ki benim filmde en etkilendiğim sahnelerden biriydi. Bizler gerçekten de kaybetmeye korktuğumuz KORKUMUZ için her şeyi kabul etmeye hazırız. Sıradanlığın mükemmelliğini öğrenen Ricky'nin Angela'yı yoksayarak sürekli Jane'i izlemesi, ölü bir kuşu, rüzgarda dans eden yaprağı çekmesi, Lester'ın tam atağa çıkmışken Ricky'nin attığı muhteşem goldür. Ölü bir insandan bahsederken der ki: "Sanki öyle bir şey gördüğünde Tanrı bir anlığına sana bakar, dikkatliysen sen de bakabilirsin.", ve Jane ona ne gördüğünü sorduğunda ise 'güzellik' der. İnsan kendi ölümüne en yakınını ancak bir insanın ölümünde görebilir, ve kaçtığın asıl şeyin ne olduğunu gerçekten biliyorsan, onu güzel bularak yendiğini biliyorsan, her şeyi mutluluğa çevirebilirsin! Başlarda Angela'nın etkisiyle Ricky ile saldırgan bir tonla iletişime geçen Jane, Ricky'nin pasifist tavrı ile mutlu olabilmiş, Ricky de Jane'i mutlu ederek mutlu olabilmiştir.

 "Never underestimate the power of denial"

   Ricky'nin aksine güzelliği hala farklılıkta arayanlar kaygı içinde boğulmaktan kurtulamıyor. Angela, bakire olmasına rağmen küçüklüğünden beri kendisine inandırdığı ideaya ulaşabilmek için Jenna Jameson rolü oynamayı kendine meşrulaştırıyor. Film boyunca gerçek olduğu tek sahnede ise titriyor... Ricky'nin annesi ölümüyle aynı evde yaşıyor, çıt yok... Albayın çığ gibi egosunun altında uyuya kalmış olan anne, ev toplu olmasına rağmen misafir gelince otomatik pilotta mahcup rolü oynayabiliyor, üstelik farkında bile olmadan. Peki ya Jane? Sahip olduğunu sandığı yapıntı annesinden gelen bir tokatla yerle bir olurken annesine sinirlenmiyor ve giysilerini çıkartıp camın önüne geliyor. Tokadın sorumluluğunu giysiler almış ve hemen o anda kendilerini yere bırakmışlar gibi... Bütün şiddetin sorumlusuna karşı düzenli olarak kullandığımız ritüelin kutsal parçaları! Ve ilk defa çıplaklığından utanmıyor; Ricky'de gördüğü ve daha önce kimsede görmediği bu herkese yetebilecek olan yıldızın ışığı altında parıldıyor.

   Carolyn ise hayatı boyunca kendisine gösterilen hedefe yürürken rüyalarının adamıyla tanışıyor ve evindeki başkaldırmaya boyun eğmeye de hiç niyetli değil, tam da ışık tuttuğu hedefe bu kadar yaklaşmışken... En yakın akıl hocasından kurban olmaması yönünde bir komut alıyor ve eve doğru yöneliyor.

Apartmanın önüne kim parketti?

   Albayın zihni öleli çok olmuş; ancak sırf varoluşunu sürdürme amacı ile hayata getirdiği oğlunu kaybettikten sonra ilk defa kendini sorgulayabiliyor. Yaşadığı zamanlardan hatırlayabildiği yitik sorgulama yeteneği ile muhteşem bir cesaret örneği göstererek Lester'ın kollarına bırakıyor kendini, kendi homofobik albay kimliğinin kalbine silah doğrultuyor, belki Ricky'nin neden gittiğini anlar ve geri gelmesine yardımcı olur diye... Ama Albays Fitts 'Albay'ı öldüremiyor ve bu sefer o silah, albay kimliğinin en tehlikede olduğu andaki imgeye yönelerek Lester'ın ölümü oluyor. Silahıyla eve gelen Carolyn kocasının dağılmış beynini görünce onu gelmeden önce arabadayken çoktan öldürdüğünü farkediyor ve odasına çıkıp vicdanını küçük bir kutuya kapatmaya çalışıyor...

   Lester hayatının sonunda mutlu ölümünü övüyor. 'Sanırım başıma gelenler için sinirlenebilirim ama etrafta bu kadar güzellik varken kızgın kalmak mümkün değil. Bazen sanki bütün güzellikleri bir arada görüyorum ve kalbim patlayacakmış gibi oluyor, sonra sakinleşmeyi hatırlıyorum, tutunmaya çalışmaktan vazgeçmeyi... O zaman yağmur gibi üzerimden akıp geçiyor ve sonsuz bir minnet duyuyorum, küçük aptal hayatımın her bir anı için...'. Bu ölüm, her bir anın ölümü için yakılan bir ağıt, bir sevinç gözyaşı; bu ölüm benim bir anım ve bütün hayatım, ben bu anım, bu ölümüm! Mutlu olurum ve hatırlarım, sonra her anı o ana benzetmeye çalışırım, kendime oldurmaya çalıştığım o geçmişe... Ancak ne geçmiş vardır ne de gelecek! Ölümünü sahipleniyor Lester, ölümüne kızamıyor...

'Mutlu Ölüm'

   Bu filmle En İyi Erkek Başrol Oyuncusu Oscar ödülünü kazanmış olmasına ve en hayran olduğum aktörlerden biri olmasına rağmen Kevin Spacey'nin oynadığı Lester karakterinden çok bahsetme gereği duymadım. American Beauty, Amerika'nın 'güzellik' kavramına ciddi bir başkaldırıda bulunan bir film ve benim favori başkaldırım Ricky Fitts'di, sebebi bu... İyi seyirler.