Film Türü: Drama
Film Süresi: 101 Dk.
Filmin yönetmenliğini gerçekleştirmiş ve bu filmle 'En İyi Yönetmen Akademi Ödülü'ne aday gösterilmiş olan Sofia Coppola, bu ödüle aday gösterilmiş olan dört kadın yönetmenden biridir. Kendisi ünlü yönetmen Francis Ford Coppola'nın (Godfather I-II-III, Apocalypse Now, Dracula) kızıdır. Aynı zamanda filmin senaryosunu da yazmış ve film 'En İyi Özgün Senaryo' dalında akademi ödülüne uzanmıştır. Filmin başrollerinde, benim çok sevdiğim bir yönetmen olan Wes Anderson'un filmlerinde tanışma fırsatı bulduğum Bill Murray (The Royal Tenenbaums, Moonrise Kingdom, Ghostbusters) ile Scarlett Johansson (Vicky Cristina Barcelona, Lucy, The Prestige) oynamaktadır. Scarlett Johansson'un adı geçmişken kendisinin 2016 yılında vizyona girecek olan, Coen kardeşlerin yönetmenliğini üstlendiği 'Hail, Caesar!' filminde, Tilda Swinton, Ralph Fiennes, George Clooney gibi isimlerle birlikte başrolde yer alacağını da heyecanla belirteyim.
Filmin konusuna girmeden önce 'Dil Nedir?' gibi metafizik bir sorunun kısa bir açıklamasına girsek fena olmaz. Gerçi bu cevap kısaldıkça bu kavramın anlamının okuyanlarda bulacağı karşılık farklılaşacaktır ama en basit yönden anlamı da zaten aktarılmak istenen şeyi, aktaranda bulunan anlamı haliyle, aktarılmak istenen varlığa aktarmak için kullanılan araç olmasıdır. Dil, kaba bir tabirle bir yandan dışkılama yaparken bir yandan beyin doyurmak için kullanılır; çünkü egonun kendini doyurma biçimi iletişimi esas alır. Deneyimlemekte olduğumuz şeyler, daha önce deneyimlenmiş olanlarla karşılaştırılırken, önceki deneyimlerin duygulanımlarına benzerlik ya da farklılıklarına göre bizim için ya fiziksel hayatta var olur ya da bir başka zamansal boyutta var olmak için pusuda beklerler. İçsel gözümüzle 'zoom' yaptıklarımız, bu odaklanmanın şiddetine göre bağımsızlıklarını ilan etmek isteyebilirler. Biz bu varlıkları değişik dil yapılarıyla deneyime açmadığımız zaman, onları içeride koruyabilmek bize bir duvara mal olur. 'Kendileştirdiğimiz' bu varlıklar kafamızın içinde dönerken, onları düşünürken hissettiğimiz duygulanımlardan farklı bir duygulanımı simgeleyen bir vücut dilini kullanmaya başlarız. Karşımızda, bugünkü çekimden ne kadar sıkıldığımızı paylaşmak istediğimiz güzel bir kadın varken bunları paylaşmamak, anlatırken kullanacağımız (paylaşacağımız geçmiş deneyimin taklidi olan) vücut dilimizden farklı bir vücut dili kullanmamıza yol açar. Donuk bir bakış ile kafayı öne eğerken içtiğimiz viski, o an var olmak için kıpraşan imgeleri öldürmek için kullanılan bir zehir yerine de geçebilir, tam tersine onları içeride tutan bu duvarı yıkmak için kullanılan bir asite de. Bob Harris (Bill Murray) de Japonya'ya geldiğinde kafasının içinde kıpraşıp duran ancak bir türlü deneyime açamadığı bir sürü varlıkla, kendisinin bile hoşlanmadığı bir Bob Harris oluşturmaktaydı. Bob ünlü bir aktördü ve onun yolunu Japonya'ya düşüren Japon pazarlamacıların ilgisiydi. Burada birkaç reklam filminde oynayacak ve programlarda boy gösterecekti. O da aslında sadece belirli ürünlerin maddesel dünyada para olarak değer bulması için kullanılan dilin bir parçasıydı.
Bob, Charlotte (Scarlett Johansson) ile ilk olarak bir asansörde karşılaşır. Charlotte'un diğer insanlardan fiziksel olarak farklı olması bile en basit sebep olarak bilincindeki farklılığa ufak bir şekilde dokunur. Charlotte'un henüz iç dünyasında ne olup bittiği ile ilgili en ufak bir fikri olmamasına rağmen belki de yüz ifadesindeki 'burada yabancıyım' etiketini farketmiş olabilir. Tabii buradaki yabancılık Japonya'da Amerikan vatandaşı olmaklığı da kapsasa da bu kavrama yapılacak hafif bir ayrıştırma ile ilk karşımıza çıkan kavramın dışsallığa farklılaşan içsellik olduğu görülecektir. Charlotte, felsefe okumuş, en az kopuk olması gereken insan olan kocasıyla arasındaki kopukluğu bile bir arkadaşıyla paylaşamayan bir kadındır. Kendi içinde hayatın anlamını sorgulamaya başlamış ve bu yolda kaybolmaya başlamıştır. Bu arada kocasından söz etmişten, Friends hayranları John'un, Pheobe Buffay'in erkek kardeşi Frank Buffay'i canlandıran ve ablasının üçüzlerine baba olan Giovanni Ribisi'yi hatırlayacaklardır.
Bir akşam Charlotte, John ve onun arkadaşlarıyla dışarıda sıkılırken gözüne Bob çarpar. Aralarında ciddi bir yaş farkı olmasına rağmen Charlotte, Bob'un oturduğu yere ikram yollar. İkisinin de içlerinde bulunan ve göz göze geldiklerinde kuvvetlenen bu canlanmak isteyen varlıkların yaşı yoktur. Bu çekim kuvveti çeşitli yerlerde sürekli olsa da bazı bizim göremediğimiz ahlaki darağaçlarını hissettiği için bazen olmamış olmayı seçebilir. Kaldı ki bu filmde bize gösterilen, tam da bu bahsettiğimiz ahlak kuralları karşısında mutlu olmaya çalışan iki insanın mücadelesidir. Nasılı şu anda bahsedileceklerden daha az önemli gördüğüm birkaç görüşmeden sonra bu iki kayıp varlık deposu birbirine gitgide yakınlaşmaya başlarlar. İkisinin de birbirlerine baktıklarında gördükleri şey aynılaşmaya başlamıştır. Bir his vardır tarifsiz, öyle bir histir ki iki kişi arasında olduğu zaman bile içeride kalan, gözle görülen bir ikiliği bile bir yapan, kendisinden bahsedildiğinde fiziksel dünya tarafından tahribata uğrayacağından korkulan, içinde zamansallığı barındırmayan, olmayanı olduran, uğruna yaşanan bir his... Aslında bu muhteşem değerini dışarıya karşı olan farklılaşmanın büyüklüğünden alır bu aynılaşma. Film, bu vurguların ışığında bize iki şey gösterir: aranılan şeyin basitliği ve bu basit varoluşu değişik maskelerle nasıl derinlere sakladığımızı... İronik bir şekilde aslında bizim huzurumuz için var olduğunu kabul ettiğimiz ahlak kuralları, zamanı hiçe sayan bu şeyi parçalıyor, görünmeyen bir duvar koyuyor tam ortasına, sonra da yavaş yavaş üzerine zaman atıyor, gömüyor onu.
Öyle masum sahneler var ki aşk kendisinden utanır. Birinin ayak parmağının diğerinin bacağına olan dokunuşu, onun ellerinin bu ayağı okşayışı farklı bir dilde farklı bir anlam ifade edebiliyor ve sınırsız sözcükle ifade edemediğimiz bir şeyi bu dokunuşlar öyle güzel özetliyor ki, size 'film nasıldı?' sorusu sorulduğunda cevap vermek yerine bu dokunuşları düşünmeyi tercih edebilirsiniz. Ayrılığın kendisi son sahneyi izlese bir daha olmaz.
Film hakkında çok ayrıntı vermemeyi tercih ettim çünkü çoğu sahne aynı mesajın betimlemesinden ibaret. Filmin kendisi de bir başı ve sonundan söz edilemeyecek bir duygulanımın masumca bir başkaldırışı; içinde öfke barındırmayan, pasif bir başkaldırış, ağır bir ağıt... Görünmeyen duvarlar arasından sessiz bir çığlık... Yazıda bahsedilenler konunun drama boyutu ile ilgili olsa da filmde eğlenceli sahnelerin de olduğunu belirteyim. İyi seyirler!
Öyle masum sahneler var ki aşk kendisinden utanır. Birinin ayak parmağının diğerinin bacağına olan dokunuşu, onun ellerinin bu ayağı okşayışı farklı bir dilde farklı bir anlam ifade edebiliyor ve sınırsız sözcükle ifade edemediğimiz bir şeyi bu dokunuşlar öyle güzel özetliyor ki, size 'film nasıldı?' sorusu sorulduğunda cevap vermek yerine bu dokunuşları düşünmeyi tercih edebilirsiniz. Ayrılığın kendisi son sahneyi izlese bir daha olmaz.
Film hakkında çok ayrıntı vermemeyi tercih ettim çünkü çoğu sahne aynı mesajın betimlemesinden ibaret. Filmin kendisi de bir başı ve sonundan söz edilemeyecek bir duygulanımın masumca bir başkaldırışı; içinde öfke barındırmayan, pasif bir başkaldırış, ağır bir ağıt... Görünmeyen duvarlar arasından sessiz bir çığlık... Yazıda bahsedilenler konunun drama boyutu ile ilgili olsa da filmde eğlenceli sahnelerin de olduğunu belirteyim. İyi seyirler!