2 Aralık 2015 Çarşamba

Jacob's Ladder - 1990


Film Türü: Gerilim, Drama.
Film Süresi: 113 Dk.


   Türkçe'ye 'Dehşetin Nefesi' olarak çevrilen Jacob's Ladder'ın Yönetmenliğini Adrian Lyne (Unfaithful) yapmıştır. Başrolünde herkesin IMDB'nin 'En iyi 250 film' listesinin ilk sırasından bildiği The Shawshank Redemption filminin de başrolünde oynayan, Dead Man Walking filmiyle 'En İyi Yönetmen Akademi Ödülü'ne aday olmuş, Mystic River filmi ile de 'En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Akademi Ödülü'nü almış olan Tim Robbins oynuyor. Eğer sizi düşünmeye teşvik eden ve hayatınıza etki eden filmleri seviyorsanız bu filme bayılayacaksınız.

***

   Hayatımızın henüz başlarında çeşitli masallarla büyüdük hepimiz. Bu masalların hemen hepsindeki ortak özellik, bir baş kahraman ve bu kahramanın masal boyunca mücadele ettiği ve sonunda alt ettiği bir düşman olmasıdır; birine iyi, diğerine kötü derler... Etrafımızda bizden büyük olanların ne yaptıklarını tam olarak bilmeden (onların da tam olarak ne yaptıklarından haberleri olmadığını da hiç bilmeden) kendi küçük dünyamızda, daha doğrusu küçük sandığımız dünyamızda kendimizi, öğrendiğimiz bazı kahramanlarla özdeşleştirir ve etrafımızda yine bazı şeyleri düşmanlaştırarak onları alt ederdik. Bu düşmanlar bazen birer oyuncak, bazen birer insan olurdu ki onlara da oyuncak diyebiliriz sanırım. Bütün bu masalların ve oyunların ötesinde sürekli olarak sorduğumuz ama hiçbir zaman tatmin olabileceğimiz bir cevap alamadığımız bir soru vardı: 'öldüğümüzde ne olacak?'. Henüz bize uzak görünmekte olan bu ölüm denen şeyin korkusunu az da olsa hissederdik sorarken. 

   Çizgi filmlere bayılırdık bir de... Hatırlayanlarınız vardır bir tanesini; amacı koyunları kaçırıp yemek olan bir kurt ve onları korumaya çalışan bir çoban köpeğinin olduğu bir çizgi film vardı. Çoban köpeği kurdu enselediğinde de, kurt koyunlardan bir ya da birkaçını kaçırmayı başardığında da zaman zaman üzülür, zaman zaman da sevinirdik, yani bazen biriyle özdeşleşirdik bazen de diğeriyle. Bu ikisi mesai saatleri içindeyken sürekli bir şekilde mücadele içindeydiler ama mesai saati bittiğinde bir anda hiçbir şey olmamış gibi can ciğer dost olurlardı. Bu çizgi filmin Kitab-ı Mukaddes'ten esinlendiğini bilmezdik tabii, veya o kurdun da çoban köpeğinin de aynı kişi olduğunu.


Çok açgözlü olmasak?

   Bu kahramanların ve onun düşmanını birleştiren ortak nokta istedikleri şeydi; biri sahiplendiği şeyi korumak diğeri de onun sahiplendiği şeyi tahrip etmek isterdi. Üzerinden uzun diye tabir edebileceğimiz bir zaman dilimi geçti ve biz masal dinlemeyi bırakıp masalın içine girdik. Bu masallarda gördüğümüz ama atladığımız çok önemli bir nokta oldu içine girince; kahramanın kahraman olmasını sağlayan varlık düşmanıydı ve daha da önemlisi, bir düşman ve kahramanın ortaya çıkmasını sağlayan şey bir istenç idi. Jacob's Ladder'ı ölüm ile ilgili bir yetişkin masalı olarak adlandırarak başlıyorum yazıya ve filmi izleyip de bana masal olamayacak kadar gerçek olabileceğini söyleyen olursa da yaşamın gerçek olamayacak kadar da masal olabileceği cevabını verebilirim.


   Filme başlamadan bilmeyenler için Jacob isminin kutsal kitaplarda geçen Avram 'ın (Hz. İbrahim) torunu ve Hz. Yusuf'un babası olan Hz. Yakup olduğunu belirtelim. (Bu bölüm spoiler içerir.) Film Vietnam Savaşı'nın ortasında başlar. Askerler ot içerken bir anda düşmanın yaklaştığına dair bir haber alan bölük harekete geçer ve bu anda birkaç asker herhangi bir darbe almadığı halde çıldırmışçasına yerde çırpınmaya başlar. Çatışmanın ortasında kalan Jacob (Tim Robbins) hayatı pahasına kaçarken bir asker tarafından tüfek süngüsüyle karnı deşilir ve gözünü metroda açar. Elinde Albert Camus'nun 'Yabancı' kitabıyla uyuya kaldığını farkeden Jacob'un gözüne her şey sanki aldığı nefes için tehditmişçesine korkunç görünmeye başlar. Bu andan itibaren savaş sahnesinin gerçekliğini sorgulamaya başlarsınız ancak filmin çeşitli yerlerindeki diyaloglar sayesinde Jacob'un gördüğü görüntülerin yaşamış olduğu bir an olduğundan şüpheniz kalmayacaktır. Her insanın en zor anında, bazen istemli bazen istemsiz olarak kendine hatırlattığı bazı anlar vardır; kendi varoluşunu tehdit altında hissettiği ve güce ihtiyacı olduğu zamanlarda tutunduğu hatıraları... Jacob'un beyni de varoluşunu tehdit altında gördüğü andan itibaren kendine bir dünya yaratır ve yaşam mücadelesi vermeye başlar; yani metroda uyandığı sahne aslında kendi iç dünyasına uyanmasını simgeler; Jacob komaya girmiştir ve ölümle yaşam arasında bir arafta kalır. Filmin ortalarında ve sonunda, Dr. Collins'in (Danny Aiello) Jacob'a söylemiş olduğu şeyler bütün filmin amacını bize gösterir niteliktedir: 'Eğer ölmekten korkuyor ve hayata sarılıyorsan, hayatını almaya çalışan şeytanları görürsün. Ama kendinle barışırsan, o zaman şeytanlar gerçek bir melek olup seni bu dünyadan kurtarırlar.'. Buradaki 'kendin' kavramı varoluşumuzun en can alıcı noktasını oluşturuyor, barışmak da farkındalığı... Şimdi Jacob'un arafta gördüklerini analiz etmeye çalışarak bir insanın en ufak bir anındaki hayatta kalma içgüdüsünü açıklamaya çalışacağız.




   Hayatımızın başlarında ilk oluşturduğumuz şey bir ikilemdir. Savunmasız bir şekilde hayata geliriz ve vücudumuzun hayatta kalmak için talep ettiği gıdaları bize sunan varlıklara tutunuruz. Bir buçuk yaşına kadar beynimizin hatırlama bölümü henüz olgunlaşmamış olmasına rağmen çoktan bir şeylere tutunmaya, bir şeyleri kendileştirmeye başlamışızdır. Tabii ki duygularımız henüz en temel yanlarıyla ortaya çıktığı için bulunduğumuz ortamda doğruları belirleyen varlıkları, bizi mutlu ettiği müddetçe tanrılaştırıp tanrılaştırmadığımızı sorgulamayız hiç, seviyorum deriz kısaca veya mutlu ettiği zaman da naif bir sorgulamaya başlama çabasıyla sevmiyorum deriz. İlk olarak kendimizi inşa ederiz bir temelin üzerine ve yeteri kadar büyüdüğümüz düşünüldüğünde de bizi yavaş yavaş salıvermeye başlarlar. Aynı şeyleri daha büyük bir kapsam içinde dışarıda da gerçekleştirir ve mücadelemize devam ederiz. İşte Jacob da bu mücadele içinde kendine bir aile kurmuş ve o aileyi korumakla mükellef olduğunu düşündüğü devletini korumak için gittiği bir savaşta, mücadelesinin tamamını sorgulamak zorunda kalacağı bir duruma düşmüştür.


İhtiyaç için para toplayan noel babanın Jacob'un cüzdanını çarpmasını ince görelim


   Benjamin Button'ın garip hikayesinde olduğu gibi olayların akışını tersten görüyoruz bu sefer. Jacob'un kendileştirdiği ilk varlık olarak karşımıza çalıştığı iş yerinden arzuladığı Jezebel çıkıyor ve yönetmen bu noktada bize cinselliğin varoluşumuzun doruk noktası olduğunu vurguluyor. Kitab-ı Mukaddes'de en günahkar kadın olarak karşımıza çıkar Jezebel ismi. Bir nevi ilk olarak düşmana gider Jacob, yaşamı için en önemli varlık olan ailesine karşı içten içe tehdit olarak gördüğü Jezebel'e karşı olan arzusuna... Sarah ile evli olan ve üç çocuğa sahip olan Jacob, kendine yansıttığı bu yaşamda Sarah'dan ayrılmıştır ve Jezebel ile ateşli bir birliktelik yaşamaktadır. Jezebel ile birlikte olduğu zamanlarda çevresinde her şey demonik bir hal almaya başlar. Garip yaratıklar görür çevresinde ve sürekli korku içindedir. Bu bölüm en uzun bölümdür ve iki defa karşımıza çıkar. Hayatta kalma mücadelemizin en şiddetli geçtiği anlar içinde korkunun hissedildiği anlardır. Bu yüzdendir ki yazının başında bahsettiğim çizgi filmde izlediğimiz bölümlerin çoğu 'mesai saatleri içinde' geçer. Bu bölümle karşılaştığımız iki seferde de Jacob mücadeleyi kaybeder, ölüme yaklaşır ve ailesinin yanında gözünü açar. Çünkü bu korku dolu mücadele, korktuğumuz varlığı ortadan kaldırarak hiçbir zaman sona ermez, sevdiğimiz bir varlık olduğu müddetçe bu ortadan kaldırma çabası ve korku her zaman olmaya devam edecektir; ancak bu sefer gerçekten bir sona ilerliyoruzdur ve Jacob korkusuna boyun eğmek zorunda kalarak sevdiklerine kavuşur. Bu bölüm, uğruna yaşanan varlık ne kadar kesinse o kadar kısadır çünkü varlığının ortaklığına olan inancının şiddeti onu hemencecik mücadelesine geri döndürür. Bu mücadeleye döndüğünde karşısında kayroprakti doktorunu bulacaktır. Dr. Collins'in Jacob'a verdiği ders, filmin en önemli mesajı niteliğindedir. Jacob'a sağına dön dediğinde Jacob'un sola dönmesinden sonra ona, felsefe doktorası yapmış biri olmasına rağmen sağını solunu karıştırdığını söyler. Kelime anlamı 'bilgelik sevgisi' olan felsefe okuyan biri bile ayrıntılarda en basit cevabı unutmuştur. Jacob'un bedenini küçük bir hareketle rahatlatan Dr. Collins'e Jacob 'melek' yakıştırmasında bulunur; Dr. Collins, Jacob'un kendisine melek demesinden sonra bu sıfatı Jacob ona verdiği zaman duyduğunu söyler ve 'Eğer ölmekten korkuyor ve hayata sarılıyorsan, hayatını almaya çalışan şeytanları görürsün. Ama kendinle barışırsan, o zaman şeytanlar gerçek bir melek olup seni bu dünyadan kurtarırlar' der ve durumun sadece bir bakış açısı olduğunu, bütün gücün basit bir şekilde kişinin kendisinde olduğunu belirtir. İçeriye bakan gözü yavaş yavaş açılan Jacob'a bir telefon gelir ve arayan onun aradığı bilgidir. Görüşüp buluştuğu insan bir kimyagerdir ve savaşta, daha önce deneylerini yaptığı bir uyuşturucunun kullanıldığını söyler. Yaptığı 'lsd' deneyleriyle bir ileri seviyeye götürdüğü ilacının adı 'ladder'dır ve bu ilacı kullanan, varoluşunun merkezine inen hızlı bir yolculukla etrafındaki her şeyi bir tehdit olarak algılamaya başlar ve bu ilaçla birlikte herkes agresifleşmiş ve kendi arkadaşlarını öldürmeye başlamıştır. Jacob bütün bunları dinledikten sonra bıçaklandığı anı hatırlar ve kendisini bıçaklayan arkadaşını görür. Durum, hayatın kendisi gibi ironiktir; düşman dediklerimiz de dost dediklerimiz de aynı varlıklardır; ortadaki tek fark bir bakış açısıdır. Bu durumu farkeden Jacob ilk iş olarak bir taksi tutarak eve gider ve orada tamamen açılan gözü, savaştan önce bir trafik kazasında kaybettiği küçük oğlu Gabriel'i görür. Oğlunun adının da Tanrı'nın elçisi Cebrail'in adıyla aynı olması da manidardır tabii ki... Oğlu merdivenin alt basamağında oturmaktadır ve babasına onunla yukarı gelmesini söyler. Yukarıya çıktıkça ışık çoğalır ve Jacob gerçek huzuru boyun eğmekte, mücadeleden vazgeçmekte bulur.




   Bütün bu yazılanların ışığında gözüken gölgede ne görüyoruz? Ben hala bir süper kahramanın gölge oyununu görüyorum. İstediği varlığa istediği değeri yükleyebilen ve istese de istemese de her türlü düşmanı yok eden bir süper kahraman olduğumu hissedebiliyorum. Beni, kendi değerine karşı bir tehdit olarak gören ve düşmanlaştıran biriyle karşılaştığımda biliyorum ki boyun eğişim bir zaferin parçası olacak. Biliyorum her şey benim bakış açıma, inancıma bağlı; her şey ben istesem de istemesem de akıp gidiyor ve ben bu akışta bazen korkuyor bazen akıyorum, ben hem düşman hem de kahramanım. Lukretius'un dediği gibi; 'ölüm varken ben yokum, ben varken ölüm yok', ben ölüm olmayanım, ben OLMAYANIM.  Dışarıya baktığımızda gördüğümüz her şey 'biz olmayan' değil mi? Her şeyde olan güzelliği görmeye başlamazsak, düşmanımızı da sevebilmeyi, değersiz gördüğümüzün de değerini görmeye başlamazsak, ölüm anındaki cehennem bizi bekliyor olabilir. Gündelik rüyayı kontrol etmekte güçlük çekerken bilinçdışındaki son kabusta korktuklarınızın gerçek olmadığına kendinizi inandırabilecek misiniz? Veya bir bilinçdışının içinde olmadığınızdan emin misiniz? Her şeyi unutturacak kadar büyük bir unutuşu hatırlayabilir misiniz siz? Bizler emekli bir albay gibi her şeyi çözmeye çalışırken, her şey muhteşem bir denge içinde varoluşuyor ve ben bu varoluşmanın bir gölgesini gösteren emekli bir ölü gölgesiyim. Çok eğlenceli bakış açıları, çok eğlenceli masallar var; mesai saatini biraz daha kısa tutsak?