11 Mart 2016 Cuma

Room (Gizli Dünya) - 2015

ÖNSÖZ

   Tekrar merhaba. Yaklaşık üç buçuk aylık bir aradan sonra burada tekrardan yeni bir şeyler var olmaya başlayacak. 'Room' filminde neler olduğundan çok, bu filmle hayatlarımız arasında bir analoji kurup, görüntülerimizdeki tarihsel kirliliği temizlemeye çalışmak bu yazının ana amacı... Filmde küçük Jack ve annesi nasıl küçük bir odada hayatlarını sürdürmeye çalışıyorlarsa bizler de bu kocaman dünyada, kendimize oluşturduğumuz küçücük odada yaşıyor ve dışarıya, hem de çok çok yakınlara görmediğimizi sandığımız kalın duvarlar dikiyor ve hayatlarımızı korku içinde sürdürmeye çalışıyoruz. Bu birkaç cümle yalnız başına biraz muğlak kalsa da, yazının konusuna zemin oluşturacaktır; okurun bakışındaki inanç ışığı yazına direkt olarak düşebilirse bu zemindeki ağaç filizlenerek zeminin sağlam olmasına mutlak bir şekilde katkıda bulunur. Her şeyden önce bu yazının amacı evrensel değerler oluşturarak herkesin bakışındaki tortuları temizlemek olduğundan, karşınıza bakışınızın berraklığını test edebilmeniz için sizin özgürlüğünüze köle olmayı baştan kabul etmiş bir yazın çıkarıyorum.


Film Türü: Dram
Film Süresi: 1 saat 58 dakika

   Film Emma Donoghue'nin aynı isimli kitabından beyaz perdeye uyarlanmıştır. En iyi film, en iyi yönetmen, en iyi uyarlama senaryo ve en iyi kadın oyuncu akademi ödüllerine aday olan 'Room' filminde başroldeki Brie Larson (12 Short Terms) en iyi kadın oyuncu ödülüne layık görülmüştür. Yönetmenliğini Lenny Abrahamson'un yaptığı film 13 milyon $ bütçe ile çekilmiş ve şu ana kadar yaklaşık 30 milyon $ hasılat elde etmiştir.

   Küçük bir odada başlıyoruz filme ve küçük Jack'in beş yaşına girmek üzere olduğunu, annesiyle bu odada yaşadığını öğreniyoruz. Aralarındaki diyaloglar, yaşadıkları ortak geçmişe ışık tutuyor ve kısa sürede çocuğun beş yıldır bu odada yaşadığını, annesinin de bunca zamandır aynı odada kendisine baktığını anlıyoruz. Hayatta kalmaları için gereken asgari ihtiyaçları da Yaşlı Nick diye hitap ettikleri bir adam getiriyor. Odanın kapısı çelik, şifreli bir kilide sahip ve anladığım kadarıyla da duvarların ses yalıtımı özelliği var. Tepesinde ise gün ışığının içeri girmesini sağlayan küçük kare bir pencere mevcut. Yaşlı Nick kapının şifresini bilen tek kişi ve kendisi odaya geldiğinde Jack gardırobunda durmak, annesi de Nick girerken o yöne bakmamak zorunda. Bu kısıtlamalar tabii ki Yaşlı Nick'in dış dünyadan sakladığı bir yaşanmışlığı simgeliyor. Yaşlı Nick beş yıl önce köpeğine yardım etmek isteyen kadının bu niyetini istismar ederek kaçırmış ve bu küçük odaya kapatmış, daha sonra da ırzına geçmiştir. Yaşlı Nick'in başkalarının öğrenmesinden korktuğu bu edimi beş yıldır bu odada yaşıyor ve bu edimin başkaları için var olmaması, dış dünya ile Yaşlı Nick arasında çok büyük bir savunma duvarı oluşturuyor. Bu duvarın Yaşlı Nick'e imlediği duygulanımlar ise odayı bir korku kapanına çeviriyor. 
   
   Modern zaman filozoflarının da belirttiği üzere bir insan için iki karakterin varlığından söz edebiliriz; kendi-için-varlığı ve başkası-için-varlığı... İnsanın kendi-için-varlığı kısaca bütün düşündükleridir. Her düşüncemizin kendimiz-için ayrı bir varlığı vardır ve bizler vardığımız yargılara veya dürtülere göre edimde bulunarak başkası-için-varlığımızı oluştururuz. Başkalarının bakışına sunduğumuz ve isimlendirdiğimiz bu varlık, kendimizin gıdasıdır. Ben Ahmet'le konuşurken, o anda düşündüğüm şeyi Ahmet'e ne kadar iyi aktarabilirsem kendi-için-varlığım Ahmet-için-varlığıma o kadar yakın olacak ve Ahmet'e baktığımda (veya Ahmet'i düşündüğümde) Ahmet'teki İrfan'ın bana benzerliği beni mutlu edecektir. Bu aktarma kısmında 'iyi' diye nitelendirdiğimiz kısım kullandığımız dilin düşüncemizi betimleyebilecek araçlara sahip olmasını, 'yakın' diye tabir ettiğimiz kısım ise bu betimlemenin kendi-için-varlığıma benzerlik yüzdesini göstermektedir. Kendi-için-varlığım bir kitap, başkası-için-varlığım ise bu kitaptan uyarlanan bir filmdir. Kitap zamanın ilerleyiş hızıyla yazılırken filmin çekimi çoğu zaman bu hıza yetişemez ve ben İrfan'ı sürekli bir şekilde bu kitaba göre yorumlarım. İrfan'ın tamamen ben olması hiçbir zaman mümkün olmayacaktır çünkü düşüncelerim ve yaptıklarım sürekli değişse de ben hep aynı benimdir ve İrfan'ın üzerinde sürekli farklılaşan zamanın ateşli kılıcı dönmektedir. Bu sebeptendir ki benim mutluluğum, hiçbir zaman aynı olmayacak bu iki kişinin benzerliğine bağlıdır. Kendi-için-varlığımın kara deliğinde dönüp duran düşünceler kendini fiziksel dünyaya açarak kullandığı bedeni doyurmak ister. İşte tam burada yüzyıllar boyunca içinden çıkamadığımız işin metafizik boyutuna geliriz...

   Fiziksel dünyada oluşturacağım kişinin hiçbir zaman kendi-için-varlığımın bire bir aynısı olamayacağının bilinci bende Sartre'ın tabiriyle bir bunaltı hissi oluşturur ve benim bilincimin doyumu (biz buna mutluluk deriz) tamamen bir salt inanca dayalı hale gelir. Çünkü başka insanlarda oluşturacağım İrfan için kullandığım dil (şu anki gibi yazı, konuşurken kullandığım sesli dil, vücut dili vb.) kendi kendime kullandığım dilden farklıdır; ben Ahmet'e kendi hatırladığım deneyimlerimin mekansallığında, o deneyimlerimin bir parça taklidini sunarım ve Ahmet de benim kendisine yansıttığım bu taklit parça ile kendi deneyimlerini araştırarak benzer olanlara çağrıda bulunur. Bu benzerliğin yüzdesi Ahmet'in beni anlayıp anlamamasını sağlar. Bu ilişkiler sürekli bir şekilde hiçbir zaman tekrar aynısının olamayacağı deneyimleri canlandırmaya çalışmakla geçer ve canlandırdığımıza olan inanç da karşımızdaki ile hemfikir olmamıza bağlıdır. Einstein'ın da daha önce söylediği gibi fiziksel dünyada her şeyin varlığı bir başka varlığa görecedir. İrfan'ın başka insanları referans olarak göstermesinin sebebi de bu konunun daha önce güvenilir insanlar tarafından farklı şekillerde ifade edildiğini göstererek bahsettiği konunun gerçekliği konusunda inanç elde etme çabasından da farklı bir şey değildir. 

    Yoğun felsefe içeren bu iki paragrafın konusuna daha sonra sonsöz bölümünde döneceğiz. Felsefe dediğimiz araç ile parlaklaştırdığımız bakışımızı filme yöneltirken Freud'un süper ego diye tabir ettiği yapıntı Tanrı'yı da işin içine katmamız gerekiyor. Nick odayı kendine mal etmeye çalışırken kimden saklıyor? İçinde bulunduğumuz sistem, hayatta kalabilmemiz için gereken ihtiyaçları elde etmemize olanak sağlayan tek aracımız; bize çalışmamızın karşılığında belirli bir miktar para ödeyip yiyecek, içecek vb. ihtiyaçlara kolay yoldan ulaşmamızı sağlıyor (medya aracılığı ile hayatımızı sürekli bir şekilde kolaylaştırdığını düşünmemizi istiyor da diyebiliriz). Bu sistemin içinde basketbolcu İrfan, kasap Ahmet, şöför Mehmet gibi kişiliklere sahip oluyoruz ve sisteme daha iyi hizmet edebilmek için sistem bize doğduğumuz andan itibaren belirli, hazır bilgiler sunuyor. Her insan birbiri ile iletişime geçtiği zaman hemfikir olabileceği, yanında biraz daha kendi hissedebileceği bu tabular (en basit örnek öldürme yasağı, ensest ilişkinin kötülüğü gibi) insan bilincine yetişme döneminde emekleme imkanı tanırlar. Etrafıma baktığımda diğer bakışların da en azından benimle aynı gördüğü belirli doğrular vardır ve kendimi güvende, kendi-için-varlığıma yakın bir başkası-için-varlık oluşturabilecek bir ortamda hissederim. Ancak fiziksel dürtülerim, etrafımdaki bilinmezlikleri sürekli bir şekilde aydınlatma ihtiyacım vb. etkiler bana sistemin yasak olarak öğrettiği bazı olguları düşünmemi sağlar; en azından o zamanlar bana düşündüğüm her şeyden sorumlu olacağımı ve bunu kontrol etme gücünün bende olduğunu söyleyen kimse olmadığı için edilgin bir durumda hissederim kendimi. Örneğin Mehmet ergenlik döneminde kafasından bir ensest ilişki geçirir ancak bu düşünce fiziksel dünya ile doyurulmaya kalkışıldığı anda toplum normlarının şiddetli bir tehdidi altında kalacaktır ve bilinç kendi kendine, ileride kafasından geçecek düşüncelerini daha rahat bir şekilde fiziksel dünya ile doyurmak adına bu düşüncesini dışarıdan saklar. Ancak bu düşünce Mehmet-için var olmuştur ve içinde barındırdığı imgeler, hayatının geri kalanında farklı mekanlarda, parça parça da olsa karşına çıktığında Mehmet'e çağrıda bulunacaktır ve Mehmet zamansal dünyada geçmişte kalan bu düşünceleri aklına getirdiği anda o anda oluşmakta olan şeyleri berrak bir şekilde görememeye başlayacaktır. Mehmet'in kız kardeşine baktığı anda saklayacağı bir düşünce vardır ve kız kardeşi-için-Mehmet çoktan Mehmet-için-Mehmet'ten farklılaşmaya başlamıştır bile. Diğerleriyle bizi aynılaştırarak bize güvenlik sağlayan bu tabular bizim topumuz, tüfeğimiz, savunma duvarlarımızdır; ancak bu ve buna benzer tabuların doğruluğunu sarsacak düşünceler kafamızdan geçtiği vakit bu tüfeği bir anda kendimize çevrilmiş buluruz ve her sakladığımız düşünce, imgesine içeriğini yeteri kadar teslim etmedikçe gözümüzün önüne zamanın kumundan bir miktar bırakacaktır. Filmi izleyenler de görecektir ki Jack'in dedesi Jack'in bulunduğu yerde görece yararlı sistemimizin kendisine doğrulttuğu bir silah varmışçasına Jack'in o tatlı suratına dahi bakamamaktadır.




   Filmde Yaşlı Nick'in geçmişiyle ilgi bir bilgi verilmese de gerçekleştirmiş olduğu eylemden travmatik bir kişiliğe sahip olduğu sonucunu çıkarabileceğimizi düşünüyorum. Belki Nick'in cinsel organının diğer hemcinslerinden küçük oluşu onun utanmasını ve kadınlar ile arasında mesafe koymasını sağlamıştır, veya ailevi travmalarından ötürü ergenlik döneminde bilincini yeteri kadar doyuramayacak duruma gelmiş ve arkadaşlarına olmadığı bir insan figürü çizmeye çalışmış, yalanları diğerleri tarafından farkedilmiş ve artık gerçek Nick'i oluşturmak için çok geç olduğunu düşünmüş, toplum için bir yabancı olmuştur; bütün bunlar da kurmak istediği aileyi hiçbir zaman kuramayacağını düşünmesini sağlamış ve bir kadını kaçırarak hapsedip ırzına geçmesine sebep olmuş olabilir, kim bilir? Nick'i çarmıha germeden önce sistemin kanunlarına görece olarak düzenlenilen doğru ve yanlışlardan öte o kadar çok düşünülmesi gereken ihtimal vardır ki sistemin kendisi bile insana güvensizliği simgeleyen bir üşengeçlik içinde ihtimalleri daraltarak bir kısa yola ulaşma çabasındaymış gibi görülür. Peki ya Jack'in annesi? Muhtemelen kapatıldığı odadan kaçmayı düşünmeden geçirdiği vakit çok çok azdır. Artık onun için dış dünyaya dair hatıralar can çekişmekte, her bir an ölümün fırtınalı denizinde daha da hasar almaktadır. Bulunduğu odadan bakıldığında, yani Nick'in karadeliğinden bakıldığında dış dünya ona bir cennet gibi görünüyordur; aynı hayattayken çok fazla sevmediğiniz bir insanı öldükten sonra sevmeniz gibi. Ancak odadan kurtulduktan sonra bir röportajda, Nick'e Jack'in iyiliği için onu bir hastaneye bırakmayı önerip önermediği sorulduğunda vicdanından yediği ağır darbe sonucu intiharın daha belirgin bir seçenek olarak var olmasına izin verecek zayıflığa düşer. Gözlerinin önünde, yeni bir dünyaya beş yaşında doğan ve bu vahşi dünya karşısında son derece hassas olan Jack vardır ve onun durumundaki sorumluluğu daha yeni bilincine görünmüştür. Aynı mekana bir de Jack'in gözünden bakmayı deneyelim. Dünyayı bir odadan ibaret zanneden, her uyandığında odanın parçalarına günaydın diyen, basit bir şekilde annesine Tanrı, Yaşlı Nick'e de şeytan muamelesi yapan, farklı beklentileri olmayışından ötürü hayal kırıklıkları da az olan bir çocuk... Bir farenin varlığı, annesine bir tehdit olarak görünürken ona çok fantastik bir arkadaş olarak görünebiliyor. Odadan kurtuluşu da Alice'in harikalar diyarına gidişi gibi oluyor, artık her şeye sahip olduğunu söylüyor.

   Burada tabii ki Jack, annesi ve Yaşlı Nick'in gözünden insanların ve diğer varlıkların nasıl gözüktüğüne dair çokça analiz yapılabilir ancak amacımız neyi nasıl gördüğümüze etki eden enerjiler ve bu enerjileri nasıl kontrol edebileceğimize dair teoriler üretmek olduğu için film analizini burada bırakıyorum. Yeterli bir tefekkür ile yukarıda örneği verilen bakış açıları okur için yeterli olacaktır.

Dünyaya çıplak gözle bakmak

SONSÖZ


   Biz, uçağımız varken emeklemeyi seçenler, nasıl uçabiliriz? Etrafımızda bu kadar insan varken ,yeryüzü bir cennetmişçesine nasıl yaşarız? Tabuları yıktığımız an dış dünya ile yeni tanışan Jack gibi savunmasız olacağımız doğru olabilir ancak sürekli emekleyen bir çocuk nasıl ilk ayağa kalktığında bocalıyorsa bizlerin de bocalayacağı kuşkusuzdur. Öncelikle belirtmeliyim ki yazının didaktik gibi gözükmesi okuyucuyu itebilir, bunu engellemek adına hatırlatmam da fayda vardır ki benim de bunları yazma amacım, bütün bunlara olan inancımın güçlü kalması adına bir ibadettir ve bu inanç başka insanların, yani sizlerin özgürlüğünden bağışık değildir. Gözünüzün önündeki resmin güzel ağacına odaklanıp ağaca doğru ilerlerken ihmal ettiğiniz ve gözünüzü çevirip bakmadığınız yerdeki bir cam size ciddi bir hasar verebilir elbet; sonrasında da Bruce Wayne gibi bu camı kimin koyduğunu ararken bir intikamcı olup farkında olmadan savaş açtığınız sisteme yardım ediyor olabilirsiniz.

   Kendi-için-varlığım ile başkası-için-varlığım nasıl birbirine çok yakın olabilir ve bu şart mıdır? Öncelikle çok yaygın olarak kullanılan 'iyilik' yanılgısı üzerinde durmalıyım. İyilik sanki başkalarına bahşedilen bir lütuf gibi görülmektedir ve bu bakış açısı amacımızın ters yönünü gösteren bir yol tabelası gibidir. İnsanın kendi-için-varlığı, artık evrensel bir yasa olarak kabul edilen evrim teorisinin yasalarıyla işler. En güçlü olan hayatta kalır... İnsan her bir edimini, kendisi için en iyi olduğunu düşündüğü şekilde gerçekleştirir. İnsanı hayvandan ayıran en önemli özellik olan düşünce, bu cümleden sonra size şu şekilde fısıldayacaktır 'ne münasebet, ben o kadar bencil bir varlık değilim!'. Burada ben ile kendi arasındaki fark hakkında konuşup daha fazla kafa karıştırma niyetinde değilim ancak şunu söyleyebilirim, bencillik kavramının kötü olarak kabul edilen bir kavram olması, 'acaba gerçekten öyle miyim?' diye kendime bir soru yöneltmeden önce kısa yoldan bunu olumsuzlamam için bana bir araç olarak gözükecektir. Eğer başkası-için-varlığım bu iyi ve kötüye karar verdiği düşünülen sistemin içinde güçlü silahlara sahipse bu soruyu hiç kendime yöneltmem bile. Şimdi biraz bu sisteme büyüteçle bakmamız gerekiyor ve eğer gerçekten zararlı yönleri gösterilebilirsek belki sistemin bize yakıştırdığı sıfatların insanların bizim hakkımızdaki gerçek düşüncelerinden değersiz olduğunu anlayabiliriz.

   Sistemin bize yaşamımız için gerekli olan fiziksel ihtiyaçları sağlaması haricinde pek bir yararı olduğu söylenemez. Sistemi günah keçisi ilan etmek de yanlış olacaktır çünkü bu edim, sistemin insanlardan daha güçlü olduğunu kabul edip boyun eğmek zorunda olduğumuzu olumlamak olur. Biz sistem ve insanı karşı karşıya getiriyoruz ve mutsuzluğumuzdan sistemi sorumlu tutmadan önce kendimize bakıyoruz. Sistemin bize sağladığı para ile hayatımızı garanti altına aldıktan sonra hızlı bir şekilde kendimizi farklılaştırmaya çalışırız. Üzerimize farklı giysiler alır, başka birinin üstünde görünce üzülür hatta utanırız. En pahalı olan ürünler en az üretilenlerdir ve onlara sahip olanlar en farklı insanlardır. Kendimizi farklılaştırır ve bir isim veririz, mesela ben İrfan'ım. Daha sonra sonsözde döneceğimi söylediğim konu da burada başlıyor. İrfan benim başkası-için-varlığımdır, bu fiziksel dünyaya ait olan parçamdır. İnsanlar istediklerini yapabilmek için yığınla para biriktirir ve harcarlar, etraflarında istedikleri insanları bulundurmak isterler ve istedikleri yerde olmak isterler. Çoğunlukla televizyonda gösterilen mutlu insan figürleri kafalarındaki cennet imgesini oluşturur ama hep bir cennet imgesi vardır. Bu imgedeki yere benzer yerlerde bulunmaya çalışır ve burada bulunmasını istediği insanları nasıl giyinmiş olarak hayal ediyorsa o şekilde giyinir ve o tip insanlara çağrıda bulunurlar. Ancak bu sistemi insanlar oluşturmuş olsa da, sistemin doğru ve yanlışları insanların düşüncelerini, daha doğrusu kendisi-için-varlıklarını kısıtlar ve düzenler. Her insan küçük yaştan itibaren sırf yanlış olarak düşünüleceğinden korktuğu için kafasından geçen milyonlarca düşünceyi gizler ve Barbie ile Ken olacağını düşündüğü dünyada Adolf Hitler, Joseph Stalin, zodiac katili veya çocuk tecavüzcüsü olur. Ve bizler için yine bu insanları günah keçisi seçmek en kolayıdır. Ancak bu dünyada Gandhi, Tolstoy, İsa, Muhammed, Buddha ve daha bunlar gibi bir sürü insan daha varolmuştur. Nasıl olumsuz örnek olarak verdiklerim günah keçisi değilse, olumlu örneklerdekiler de Tanrı değildir. Yazının başlarında bahsettiğim mutluluk ile inancın doğru orantısı bu noktada önümüze çıkmaktadır. Sistem bir savunma aracıdır, evet bizi doyurur ve besler ancak farklılıklar dünyası ile gerçekleştirdiği illüzyon, insanlar zayıflık gösterdikçe şiddeti alevlendirecektir. Bu da sistemi sahiplenmeye çalışmakla gerçekleşir. Sistemi sahiplenmeye çalışmak, sistem başkası-için-varlığımızın savunma aracı olduğu için başkası-için-varlığımızı savunmaya çalışmakla birdir. Sistem size bir başkası olduğunu söyler ve kendinizin yerine başkası-için-varlığınızı koymanızı talep eder, böylelikle de sistem sizin başkası-için-varlığınızın ta kendisi oluverir. Kendi-için-varlığınızı yadsımanız mümkün değildir çünkü düşünceleriniz siz inanmak istemeseniz de sizin-için-vardır ve hep olacaktır. Ancak başkası-için-varlığınızı düşünmeyebilirsiniz. Ben eğer karşımdaki insanın bana söylediklerinde İrfan'ın çıkarlarına uygun düşmeyecek bir şey görür ve kötü niyetli olduğunu düşünürsem, düşündüğüm anda böyle bir saldırının olma ihtimalini kendimde olumlamış olurum ve olumladığım anda savunma mekanizması devreye girer, kaygı ile gelen stres baş gösterir ve hem mutsuz hem de sağlıksız olma yolunda ilerleyen bir insan bedenine sahip olurum. İş yerimdeki hoşnut olmadığım ortamdan diğer insanları sorumlu tuttuğum müddetçe oradaki insanları görüp, yüzlerine bakıp kötü niyetli olduklarını düşünmem, yüzlerinde bana olmasını istediğim ortamın olmayışını gösterecektir; iş yerine giderken baktığım şu heybetli ağaç ve güneşli gökyüzü bana yirmi dakika sonra gelecek olan mutsuzluğumu imleyecek ve beni İrfan'dan uzaklaştıracaktır. Kötü niyet, bir insanın gerçekleştirdiği eylem ile düşüncesinin farklı olduğunun düşünülmesidir. Bu insanın düşüncesi eğer sadece onun için var ise ve benim o düşünceyi hiçbir zaman onun bildiği şekliyle bilmem mümkün değilse, benim onun başka bir niyete sahip olduğu ihtimalini düşünmem sadece bu ihtimalin gerçek olmasına yardımcı olacaktır. Ben bu ihtimali düşünürken karşımdaki insana o gözle bakarım; o gözle bakarken hem İrfan'a karşı bir tehdit algıladığımı olumlayarak kaygılanırım hem de karşımdakinin gerçekten de o kötü niyetli insan haline gelmesini daha kolay kılarım. Bencillik olarak adlandırılan kavram başkası-için-varlığın sahiplenilerek korunmasıdır, kendi-için-varlığın düşünülmesi ise ironik bir şekilde özgecilik veya diğerkamlık kavramlarına karşılık gelir çünkü kendi-için en çıkarlı davranış başkası için davranıştır. 

   Burada sözü edilen başkası, başkası-için-varlığımız değil diğer insanlardır. Pasifizmin öncüsü sayılabilecek olan Tolstoy, bütün kitaplarında başkası için yaşamaktan bahseder ve Kitab-ı Mukaddes'ten parçalarla örneklendirerek İsa'nın öğretisinin yanlış anlaşıldığından dem vurur. Tek kanunu sevgi olan bir insanın Ortodoks Kilisesi'nden afaroz edilmiş olması da günümüz dinlerinin de gerçek inançtan ziyade tamamen sistemin birer aracı olduğunun kanıtı niteliğindedir. Hayatında tek bir dava kazanamamış olan Gandhi, pasifist liderliğiyle Hindistan'a bağımsızlığını kazandırmıştır. Sivil itaatsizlik olarak adlandırılan eylemleriyle haksızlık olarak düşündüğü kanunlara karşı direnmiş ve kazanmıştır. Çünkü Gandhi insanı suçlamamış, muhattabının insan olmadığını görmüş, değişmesi gerekenin insan inancı olduğunu anlamıştı. Gösterilen her şiddet eylemi (fiziksel olması şart değil) karşı tarafın bir tehdit algılamasını sağlayacak, savunma mekanizmasını devreye sokması için ona bir çağrıda bulunacak ve buna inanmasını kolaylaştıracak; bizim 'hayır öyle değil' derken şiddet göstermemiz de bir anda karşı tarafa 'evet öyle' olarak gözükecektir. Çünkü savunma yapmak demek önce kötü niyetli olduğuna dair sana yöneltilen suçlamayı görmek demektir ve görmek de bu niyetin var edilmesine ışık tutar.

   Eğer kendi-için-varlığımın bilincini rahatlatması sadece başka insanların onlara aktardığım düşüncemi, benim o düşünceyi anladığım haliyle anladıklarına olan inancıma bağlı ise ve onların tamamen benim bilinç dışkılama eylemime odaklanmaları için onlara karşı bir tehdit unsuru oluşturmadığıma inanmaları gerekiyorsa, tehdit algılanması da güvensizlikten gelen savunma mekanizmasının karşı taraftan görülmesi ise ben seve seve başkaları için yaşar ve gözüm kapalı her şeye güvenirdim. Bu açıklamaların doğru olma ihtimalinin varlığı bize gösteriyor ki sevgi bahşedilen bir lütuf değil de insanın kendi mutluluğu için en önemli kanunu olabilir. Sevgi savunulmaz, feyz alınır; siz seversiniz, insanlar da sevmeyi öğrenir. Eğer her şey gerçekten Kierkegaard'ın da dediği gibi salt inanca bağlı ise ve hiçbir şey bu dünyada mutlak değil ise bu dünyanın hiçliğin rüyası olma ihtimali, hepimizin sadece farklı biçimler gören aynı varlıklar olma ihtimalimiz de oldukça yüksek. Sadece bir buçuk yaşından sonra evrilen ve yaşanmışlıkları kaydeden bir belleğe sahip olmamız, evrenin burasından bakanın İrfan, orasından bakanın Ahmet olduğunu göstermez. Hem hepimizin Tanrı sureti olduğumuz da yazmıyor mu bazı yerlerde? 

   İhtimallerden bahsediyor olmam ukala görünmemek içindir ve şu anda bunu yazıyor olmam, zaten bu kadar yazıyı okumuş olan bir insanın benim samimiyetime inanıyor olduğunu düşünmemdeki şımarıklıktır. Ben iş yerime giderken o heybetli ağaç ile gökyüzüne baktığım zaman mutluluktan uçuyorum ve bütün bu yazdıklarıma olan inancım, hayatın tümüne olan güvenim gözümün önündeki zaman duvarını yıkmaya yetiyor. Ben etrafımdaki hemen herkesin filmdeki gibi küçük bir odada yaşadığını düşünüyorum ve bu duvarları yıkmanın tek yolu da hayatın her anındaki hislerin, en iğrenç hislerin bile sorumluluğunu almak olduğunu sanıyorum. Gördüğümüz bir resim var ama hepimiz farklı bir yerden bakıyoruz ve ne istersek onu görüyoruz. He film mi? Film çok güzel :)