Film Türü: Drama
Film Süresi: 2 Saat 3 Dakika
Ian McEwan'ın kitabından uyarlanan ve Joe Wright'ın (Pride & Prejudice - Anna Karenina) yönettiği filmin başrollerinde Joe Wright'ın favori aktrisi Keira Knightley (Pirates of the Caribbean, Imitation Game, Anna Karenina, A Dangerous Method) ve James McAvoy (X-Men -Charles Xavier-) oynamaktadır. En iyi film dahil 7 dalda Oscar ödülüne aday olan film en iyi müzik dalında Oscar ödülünü kazanmıştır.
İngiltere'de, 2. Dünya Savaşı arifesinde varlıklı Tallis ailesinin evinde anne ve iki kızı birlikte yaşamaktadır. Baba işinden ötürü evde çok bulunamazken, zamanında sahiplenerek okuttuğu çocuk (James McAvoy -Robbie Turner) ve kahya olan annesi de aynı evde yaşamakta ve aileye hizmet etmektedir. Küçük kız Briony Tallis (Saoirse Ronan) abisi Leon'un gelişi adına yazdığı oyunun provasını evde misafir olarak bulunan akrabaları Quincey ailesi çocuklarıyla yaptıktan sonra camdan dışarıya bakarken ablası Cecilia (Keira Knightley) ve aynı yaşlardaki kahyanın oğlu Robbie'yi görür. Her küçük kız gibi (küçük derken neredeyse bütün kızları kastettiğimi belirtmek isterim) farkında olmadan babasının yerini doldurmaya çalışırken Robbie'ye (umarım bu cümleden her küçük kızın Robbie'ye aşık olduğunu anlayan bir okurum yoktur) aşık olan Briony, gördüğü sahne sonrasında aşkını ablasına kaptırmakta olduğuna inanmaya başlar. Rekabet şartları çok eşit olmasa da o yaştaki birinin korktuğu şeyin olmasını istercesine bir özgüvene sahip olduğunu hesaba katarsak bu inancın o sahne için çok da abartılı olmadığını düşünmeye başlayabilirsiniz sanırım (bir de bu cümleyle ne kastettiğimi anlatabildiysem -anlayabildiyseniz değil! müşteri her zaman haklıdır- tabii).
Abi Leon eve gelirken kendisi gibi varlıklı bir ailenin çocuğu olan Paul Marshall (Benedict Cumberbatch) ile gelir. Cecilia, abisi ve arkadaşını karşıladığı sırada Briony, Robbie'nin mektubunu ablasına iletir. Okumaması gereken bu mektubu okumuştur ve bu mektup +18 öğe barındırmaktadır. O andan itibaren olayların gelişimi 13 yaşında bir çocuk için tamamen yabancıdır ve Briony 13 yıllık öğrendikleriyle olayları anlamlandırmak adına doğaçlama yapmak durumunda kalır. O günün akşamı evdeki soylu misafirimiz Paul, abla Quincey'e tecavüz eder ancak olayın tek görgü tanığı Briony'dir ve o da ablasıyla girdiği rekebetin olası negatif sonucunun sorumluluğunu üstüne almak istemediği için gördüğü değil, görmeyi seçtiği şeyi ailesine ve polislere anlatır. O andan itibaren Robbie'nin cezalandırılması, üzerine orduya katılması ve ablasından gördüğü tepki Briony'nin üzerinde sorumluluğunu alamayacağı kadar büyük bir travma yaratır.
Bir kitaptan uyarlama olan film bu küçük kızın travması üzerinedir ve bu küçük kız hayatı boyunca bu hikayeyi kendini aklayacak bir biçimde yazmaya çalışır. Ne kadar ablasını ve Robbie'yi birlikte hayal etmeye çalışıp kendini affetmek istese de tek kurtuluşunun bir canlı yayında, ölmeden önce olayları olduğu gibi anlatmak olduğunu fark eder ve adeta günah çıkartır.
Zaten kitabı olan bu film hakkında daha fazla ayrıntı vermeyi gerekli görmüyorum çünkü bu filmi burada paylaşma amacım hem bu filmi izlemeye birilerini teşvik etmek hem de sorumluluk kavramı üzerinde düşünmeye yönlendirmek. Film bittiğinde muhtemelen 13 yaşında küçük, tatlı ve masum bir kızın panik halinde söylediği bir yalandan ötürü hayatının mahvolmasına çok üzüleceksiniz, çünkü çoğunuz her ne kadar yaşadığınız travmatik olaylarda kendinizi masum görmek isteseniz de sırf etrafınızdaki insanların sizi anlamayacağından korktuğunuz için geçmişteki negatif duygulanımlarınızın daha şirin bir biçimini bugüne taşımaya çalışarak vakit geçiriyorsunuz (ki bu da kendinizi masum görmediğinizi gösterir). Bu uzun cümlenin daha iyi anlaşılabilmesi için biraz açılması gerektiği fikrine katılıyorum; etrafımızdaki hemen her insan, çok küçükken yaşadığı üzücü olayların sebebini bilmediğinden, bu sebebi öğrenmek ve bir daha üzülmemek için çabalar. Ama malesef asıl amaç üzülmemek iken, çabalamanın sonuçları ironik bir şekilde üzücü olayın benzerlerini yaratmak olur. A evet yine maleseftir ki 75 yaşındaki insan da bunu masumca yapar 8 yaşındaki de... Birilerinin masumluğu için neden mi malesef kelimesini kullanıyorum? Çünkü bu değer yargılarının sonucunda kimsenin derdinin diğerinden daha özel olmadığı, bir çocuk katilinin de, bir darbecinin de, hayırsever bir kurumda çalışan bir insanın da eşit olduğu sonucu çıkıyor. Sizler bunu kabul etmeyebilirsiniz pek tabii; çeşit çeşit insanları yargılayabilir ve olumsuz sonuçlara da varabilirsiniz (Evet hem Tanrı'nın varlığına inandığını söyleyip hem de insanları cezalandırmak isteyen kibirli kesim, siz!). Ancak unutmamak gerekir ki, vardığımız her yargı, benzer bir olayla biz karşılaştığımızda bizim hakkımızda varılacak olan yargının ne olduğuna dair inancımızı gösterir; ki bu da bizatihi kendimizle ilgili vardığımız yargının kendisidir. Sırf bir şeyle uğraşamadığımızdan sıkıldığımız için veya yanımızdaki arkadaşımız yarın bizi kollasın diye Ahmet'in yaşadığı olayı yanımızdakinin değerler süzgecinden geçirerek yargılayıp Ahmet'i darağacına yollamadan önce belki birkaç saniye daha fazla düşünebiliriz. Sonuçta yaşadığımız yerde hala problemlerimizin sorumluluğunu bir kişiye yükleyip 'idam cezası olmalı' diyecek kadar naif bir toplumuz. Buradaki naif kelimesi '10 yaşındaki çocuğun beyni'nin kibarcası, '10 yaşındaki çocuğun beyni' de aptalın betimlemesi, aptal da az hayat deneyimi olan veya yeteri kadar kaybetmeyi öğrenememiş bir insan olarak açıklanabilir belki...
Çocukluğunu özlerken sırf tekrar çocuk olamayacağına inandığı için bazılarının hareketlerini 'çocukça' diye nitelendirip buradaki çocukluk kavramını negatif kullananlar, çocuklarını kısıtladığında 'yetişkin olduğunda yapabilirsin' diyen ebeveynler ve '10 yaşındaki çocuğun beyni' kalıbını sırf negatif bir kavramı açıklamak için kullanan ben; bence hayatın ne olduğunu tam olarak bilmeyen ve hiçbir zaman TAM olarak bilemeyecek olan bizler, sürekli değişen fiziksel gerçeklikler karşısında birbirimizin yaşam alanına girdiğimizde kendini güvende ve mutlu hissetmek için belirli değerlere ihtiyacımız var. Tahmin ettiğimiz gibi bu değerler dışarıda başkaları tarafından değil, her bir an kendimiz tarafından yaratılıyor. 'Ben' demeye devam ederek karşımıza 7 miyar 'sen' koymak da bize kalmış, 'biz' demek de...
Bence kaybedebilen insan kaybetmiş olmaz. Bir kere kaybedilir, o da ölümdür; ölüm de hayatın sonu değildir. İyi seyirler...