Film Türü: Drama, Duygusal.
Film Süresi: 126 Dk.
John Green'in dördüncü romanı olan The Fault in Our Stars, 2014 yılında, Stuck in Love gibi başarılı bir filmin yönetmeni olan Josh Boone tarafından beyaz perdeye uyarlandı. Trajikomik olarak 'Aynı Yıldızın Altında' olarak Türkçe'ye çevirilen filmin başrollerinde Shailene Woodley (Divergent, The Spectacular Now), Ansel Elgort (Divergent) ve Willem Defoe (Antichrist, Existenz, The Last Temptation of Christ, The English Patient) oynamaktadır. Hikayenin ana konusu insanın kusuru üzerinedir, lütfen filmi izlerken bunu aklınızdan çıkartıp, filmi 80'ler türk filmine çevirmeyin. Bu bölümden sonrası spoiler içerir, izledikten sonra okumanızı tavsiye ediyorum.
Filmin başında her şeyin tozpembe olmadığı vurgulandığında, farklı bir şeyler geliyor diye umutlandım. Kitabını da okumamıştım ve aldığım olumlu eleştiriler beni daha da heyecanlandırdı. Sevgililerin hasta olduklarını biliyordum ama içimden bir ses - daha fazlası var bu filmde - diyordu. Dakikalar ilerledikçe hayal kırıklığına uğramaya başladım. İlk görüşte aşk.. Ciddi olamazsınız ! Bilgi ağacından yediği elmanın suyu henüz ağzında olan iki insandan ne görmemiz isteniyor ? İnsanın zayıflıkları mı ? Evet gayet net görünüyor, ancak bunun için bir filme gerek yok, her yerde bunu görebilmemiz mevcut. İnsanın ihtiyaçları mı ? Bir nevi bu konuya güzel bir vurgu görebildim bazı yerlerde. Herkesin varlık ihtiyacını başka birinden başka bir şekilde karşıladığını çoğu filmde olduğu gibi burda da görebiliyoruz, ancak dediğim gibi vurgu olarak güzel birkaç yer var. Kızının ölmek üzere olduğunu düşünen annenin anneliğini kaybetme korkusu, gerçekten hayatta sabit bir haz duyabileceğinin hayaliyle yaşayan bir çocuğun unutulma korkusu. Ve o, Van Houten; umutların tükendiği anda, beşinci günün şafağındaki Gandalf gibi geliyor. Felsefik rollerde görmeye alıştığımız Willem Defoe bu sefer de küçük yaşta kızını kaybetmiş bir yazar rolüyle karşımızda. Varlığını bağladığı baba rolünü kaybetmiş ve eksikliğin farkında, hiçbir zaman tam olamayacağının. -Her hücre başka bir hücreden oluşur- cümlesiyle anlatmaya çalışıyor derdini ancak bu da naif bir çaba olarak kalmaya mahkum. Rol yaptığının farkına vardığı an nefret duyuyor, tiksiniyor maskesinden, doğal davranıyor artık ama diğerlerinin tabuları hala çok sağlam. Van Houten'den duyacakları her söz, Xerxes'in yanağındaki kana tepkisi gibi olacak.
Van Houten filme biraz anlam getiriyor, Gus gerçekten istediği gökkuşağını görmek için ıslanması gerektiğini anlıyor ve seçimleriyle barışıyor. Van Houten aracılığıyla Hazel'a bıraktığı mektupta da unutulma korkusunu yenmiş, hiçliği boyunca varlığın tadına olabildiğince varmış bir insan olduğunun farkında olarak diyor ki: "incinip incinmeyeceğimize dair tercih yapma hakkına sahip değiliz ancak bizi kimin inciteceğini seçebiliriz, ben seçimlerimi seviyorum.".
Çoğunuz rollerine ortak payda bulacak ve filmi çok sevecek, doya doya ağlayacak, bir süreliğine hiçliğini doyuracak ve Van Houten'e öfke kusacaksınız. Kalanınız ise amor-fati dövmesi yaptırıp hayatına devam edecek. Beğenmeyecek insan olduğunu düşünmüyorum, ya çok beğenilir ya da vasatın üstü kabul edilir düşüncesindeyim. Ben sıradan aşk filmlerinin üzerinde, güzel film kategorisinin altında buldum. Ağlayıp zırlamadan izleyen varsa fikirlerini okumak ya da dinlemek isterim.
Bu Filmi Beğendiyseniz