12 Temmuz 2015 Pazar

Silver Linings Playbook -2012-




Film Türü: Romantik, Drama, Duygusal.
Film Süresi: 122 Dk.


   Matthew Quick'in aynı ismi taşıyan romanından beyaz perdeye uyarlanan film ciddi bir başarıya ulaşarak birçok ödül kazanmıştır. 21 milyon$ bütçe ile çekilmiş ve 230 milyon$'ın üzerinde bir hasılat elde etmiştir. David O. Russell (American Hustle, Fighter) gibi birden fazla Oscar ödülüne aday gösterilmiş bir yönetmen tarafından yönetilen filmin başrollerinde Bradley Cooper (Limitless, American Hustle, Hangover) ve Jennifer Lawrence (Hunger Games, X-Men, American Hustle) oynamaktadır. İki oyuncu da En İyi Başrol Oyuncusu Oscarı ödüllerine aday olmuş, Jennifer Lawrence kadınlar arasında ödülü alan isim olmuştur. Bu filmle birlikte En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscarına aday gösterilen Robert De Niro'nun (Godfather Part II, Goodfellas, Raging Bull) yanı sıra, Chris Tucker, Jacki Weaver, Julia Stiles gibi isimler de bu filmde yer almışlardır. Çoğu eleştirmenden olumlu eleştiri alan film, bu kategorideki filmler arasında benim de favori filmlerimden biridir.


   Öncelikle filmin ismi baya bir iddialı... Bize hayatın güzel yanlarını gösterme vaadinde bulunuyor. Filmin ismine bakınca, filmin sonuna bir ışık koyuyoruz ve merak ediyoruz bu ışığın etkisini. Sona yerleştirilen bu umut ışığı insanı eyleme sürükleyen ışıktır. Ancak bir ışığa yönelmek, yönelindiği anda iyi ve kötünün tohumlarını oraya bırakır. Ya gerçekten beklediğimizi alarak mutlu oluruz ya da hayal kırıklığına uğrarız. Her iki ihtimalden sonra da bir başka ışığa yönelir ve hayatımızı hiçbir zaman ulaşamayacağımız bir ışığın peşinde koşarak sürdürürüz. Acaba? Bu büyük ironi, umut ışığımızı yerleştirmeden önce iyinin ve kötünün ötesinde bir hiçlik olarak oldurulmayı bekler. İşte gerçekçilik de burada prim yapar. Işığı küçült der gerçekçilik. Bir de kendine 'gerçekçilik' adını koyma kibrini gösterir. Soluk bir ışığın altında değerler sunar bize. 'Işığı kısık tut ki, karanlıkta kalınca çok korkmayasın' der. Hatta varoluşçular daha da ileri gider ve bize umudu öldürmemizi salık verir. 'Karanlıkta dur, sakın açma gözlerini, öldür umudu, öldür ki umutsuzluk yok olsun.' Varoluşçuluk ironinin kalbindeki hiçliği bulur ve der ki 'varoluş özden önce gelir'. Bu aşamaların sonunda bizi Zerdüşt bekler; 'Ben olmasaydım ey Güneş, neye yarardı ışığın?' der ve ölüme bakıp göz kırpar. Romantizm, bengi dönüşün bir parçasıdır. Büyük umudun göz alıcı ışığında zevkten başımızın döndüğü de olur, korkudan dizimizin titrediği de... Ölmekte olduğumuzu anladığımız an yavaş yavaş ışığı kısarız, koruruz kendimizi, korunacak şeyin kendileştirdiğimiz 'ben' olduğunu düşünürüz. Kısarız ışığı, ta ki karanlıkta kalana kadar. Tam burada kumandanın elinizde olduğunu farkedersiniz. İster bir süpernovaya dönüşür, ister bir cüce olursunuz. Romantizmin güzelliği ikinci baharındadır. Büyük patlamanın ışığında raks ederken bir yandan yaklaşan o zifiri karanlıkla dalga geçer insan. Neyse, çok laga luga yapmadan filmimize dönelim ve ışığımızın parlaklığını ölçelim.

   Pat (Bradley Cooper) bir tarih öğretmenidir ve bir gün eve geldiğinde yerde eşyalar bulur. Eşyalar onu banyoya kadar götürür ve banyoda karısını, aynı okulda görev yapan bir başka tarih öğretmeniyle duşta yakalar. Bu esnada da evlilik şarkıları çalmaktadır ki bu kısım drama eklemek için biraz abartıymış gibi göründü bana. Tabii ki Pat'in psikolojisini en iyi şekilde yansıtmak istemişlerdir daha fazla kişiye hitap etme açısından ama bu kadarı biraz fazla bence. Kadın nasıl bir iblistir ki hem adamı aldatsın, üstüne bir de dalga geçer gibi evlilik şarkılarını açsın. Karanlığı hiçliğe yaklaştıralım ki ışığımız biraz daha parlak görünsün. Neyse, Pat bu sahneyi görünce kendini kaybeder ve adamı öldüresiye döver. Bu olay üzerine, Pat akıl hastesine kapatılır ve sekiz ay burada tedavi altında tutulur. Sekiz ay sonunda eşi Nikki'ye ve okula yüz elli metreden fazla yaklaşmaması koşulu ile hastaneden çıkarılır ve annesi Dolores (Jacki Weaver) tarafından eve getirilir. Pat, hastanede Danny (Chris Tucker) adında bir arkadaş edinir. Yazıyı çok uzatmamak adına Danny'den fazla bahsetmeyeceğim, filmden bahsedelim derken orjinal kitabı geçeceğiz yoksa. Tek söyleyebileceğim şey Danny'den büyük keyif alacağınız...

  Pat'in umut ışığı, hastaneden çıktığında Nikki'dir ve o kadar parlaktır ki, o andan itibaren her şeyini Nikki'yi geri kazanmak için yapacaktır. Eve geldiğinde babası Pat Sr. (Robert De Niro) tarafından biraz çekinceyle karşılanan Pat hemen odasına çekilerek Nikki'nin sevdiği kitapları okumaya koyulur. Bir gece Ernest Hemingway'in Silahlara Veda isimli kitabını okurken kitaptaki karanlık onun umut ışığını öylesine rahatsız eder ki ufaktan bir nöbet geçirir. Kitabı camdan dışarı fırlatmasıyla soluğu annesi ve babasının odasında alır ve gecenin bir yarısı onlara kitaptan ışığının üstüne düşen gölgeyi anlatmaya çalışır.

   Bu arada büyük bir futbol taraftarı olan ve umut ışığını takımının üstünde tutan, ettiği kavgalar dolayısıyla stadyuma alınmayan baba Pat Sr., Pat'in durumu hakkında bize ipuçları verirken film boyunca yaptıklarıyla bize muhteşem bir tragedya sunar. 
   
   Ertesi sabah zar zor terapiye gitmeye ikna olur ve burada da muhteşem terapist Cliff'le tanışacaksınız. Cliff, Pat henüz gelir gelmez onu evlilik şarkılarıyla test eder ancak Pat henüz ışığına çok uzaktadır. Terapi esnasında Cliff, Pat'in yaptıkları için sorumluluğu üstlenmesinin, kendi ışığını kontrol etmesi açısından hayati önem taşıdığını anlatmaya çalışır. Bu bölümde Pat'in itirafları, karısını bastığı an ve sonrası baya bir zorlayacaktır sizi... 

   Pat forma girebilmek için koşmaya başlar ve bir gün koşmak için evden çıkmadan önce babasının totem inancına karşı gelemeyerek yanına oturur ve takımına bir gol attırdıktan sonra koşuya çıkar. Yasaklama emrini çiğneyerek okula uğrar ve sonrasında kardeşi Ronnie (John Ortiz) ile karşılaşır. Evliliğiyle ilgili problemleri ile herhangi bir deliden aşağı kalır yanı olmayan (her insan gibi) Ronnie ve eşi Veronica (Julia Stiles), Pat'i pazar günü için akşam yemeğine davet ederler. Eve döndüğünde, maç esnasında evden çıktıktan sonra maçı kaybettikleri için babası tatlı bir dille Pat'i suçlar. Aldığı davetin sevinciyle telefona sarılan Pat'i babası durdurmaya çalışır. Bu esnada anlayışlı polisimiz gelir ve yine tatlı bir dille Pat'i uyararak polislere karşı bakış açımızı parlak tutmaya çalışarak oradan uzaklaşır. 

   Sonrasında yine bir terapi seansıyla karşı karşıya kalırız. Pat yasağı ihlal ettiği için Cliff tarafından uyarılır ve umudu için strateji belirlemesi salık verilir. Pazar günkü davete kardeşinin aldığı DeSean Jackson formasıyla gitmek istediğini söylediğinde Cliff'in 'DeSean Jackson adamdır' cevabı ve surat ifadesi, filmdeki favori karakter arayışımızda bize yardımcı olacak cinstendir.

   Ve geliyoruz davete... Pat burada Ronnie'nin baldızı Tiffany (Jennifer Lawrence) ile tanışır. Tiffany, polis olan kocasını kaybetmiş ve ciddi bir travma ile başbaşa kalmış bir duldur. İki büyük enkaz karşı karşıya gelir. Buraya kadar bahsettiklerim filmin sadece ilk yirmi dakikası... Karanlıkta karşılaşan iki insanın ışığa doğru ilerleme çabalarının güzelliğini burada harflerle zedelemeyeceğim. Bahsedeceğim son bir bölüm var. Filmin müzikleri zaten çok güzel ancak bir şarkı ve bir sahne var, şu an yazarken bile tüylerimi benden uzaklaştırmaya çalışan, izlemeye doyamadığım, bozulmuş bir bedeni düz kontakla harekete geçiren bir bölüm... Johnny Cash & Bob Dylan düeti ile 'Girl From The North Country' şarkısının çaldığı, en karanlık gözlerde bile bir patlama gerçekleştirebilecek bir bölüm...

   Ben filmi çok çok beğendim. Ancak söylemeliyim ki, karanlığı tanımayanlara göre değil bu film. Göğe kadar uzanacak bir Babil kulesi dikmeye çalışanlar bu filmi izleyip kendi hayal dünyalarında yaşamaya devam edebilirler. Ancak enkazında can çekişmeyi bırakmış, diğer binalara bakarak mütevazi bir ev dikmeye başlamış olanlar, kendi hayalini kendi yarattığını bilenler, kapaksız kocaman bir göze sahip olanlar, bu filmden çok çok ayrı bir keyif alırlar. Hangi tarafta olduğunuzu belirtecek bir soru ile yazıyı noktalayacağım. Cevabı paylaşmak sizin keyfinize...

   Pat'in probleminin sorumlusu veya suçlusu kimdir?
a-) Babası Pat Sr. b-) Nikki  c-) Kendisi  d-) İzleyici  e-)Hamdi Dayı



10 Temmuz 2015 Cuma

Shutter Island, Memento ve Şizofreni

 


    Bir tarafta Teddy Daniels (Shutter Island), bir tarafta Lenny (Memento)... Hakikat merakı olanlar için iki süper kahraman. Öncelikle şu soru sorulmalı: süper kahraman yaşamalı mı? Bu soruya verecek cevap için çok fazla vaktimiz yok açıkçası; bir güç var benim yerime cevap veren, o da kendim... İşte şizofrenin doğuşu!

   An itibariyle istediğimizi olduracak gücümüz var mı? Yoksa olanlar zaten bizim istediklerimiz mi? 'Oldurmak' kavramı zaten olan şeye bir etki olduğunu vurgulayan bir kavram, hakikatin göreli olduğunu vurgulayan... Geçmişi olmayan bir an vardı, geleceği de her zamanki gibi yoktu. O an olmayandı, ölümdü ve bu olmayan süper kahramandı. Teddy Daniels filmin sonunda der ki 'Merak ediyorum hangisi daha kötü olurdu, canavar olarak yaşamaya devam etmek mi yoksa iyi biri olarak ölmek mi?', iyi bir insan olarak ölmeye karar verseydik şu an olur muydu? Olmayan olmayışından başka birini sorumlu tuttu ve bir b ü y ü k  p a t l a m ayla bütün öfkesini kustu! İlk günah artık işlenmişti... Bilgi ağacının meyvesi yenmiş ve o fısıltı duyulmuştu, 'kim?'! Kendi olmayışından kendi sorumlu olmasına rağmen, süper kahramanımız ölümünü araştırmak için kendine bir geçmiş o l d u r d u. Baş gardiyanımızın Teddy Daniels'a insan doğasının şiddetten geldiğini söylemesi bizi Kierkegaard'a götürür. Kierkegaard bağnazlığı över, çünkü en muhteşem kendini aldatma bağnazca bir inanca bağlıdır ve olmayan ilk başta sorumluluktan kaçarak ölümünün sorumluluğunu olanlara atmasaydı şu an rüyasız bir uykudaydık. Belirsizlik ilkesine göre olmayan için olasılıklar sonsuzdur ve olmayan için h e r  ş e y mümkündür. Belleğimde 'geçmiş' olarak adlandırdığım kısım, kendimi o l d u r u r k e n kopya çekebileceğim bir defter... An gelir ve kendim hayatta kalabilmek için, o l a b i l m e k için ne gerekiyorsa onu yapar ve kendine bu eylemini meşrulaştırır. Bu hakikat iyinin ve kötünün ötesinde o l m a y a ndır ve tektir. Burada da yeni bir yalanla karşı karşıyayız, ama bu yalan, h a k i k a t e n yalan; eğer her şey olmayansa, iyi ve kötü diye bir şey yoksa hiçbir şey mümkün değildir! Tek mümkün olan bu andır ve her an ölmeye mahkumdur! Bizler ölümü severiz! Ölümü severek kandırır ve yaşarız! Ölümü sevgiyle cezalandırırız! A n ı severiz! Nietzsche'nin 'kaderini sev' olarak çevirebileceğimiz Amor-Fati kavramı da buradan gelir. Memento filminde Lenny, kendini kurtarabilmek adına kendi yaptıklarını Sammy adındaki uydurma karaktere yükler ve kendini buna inandırır. Teddy de Lenny'ye der: 'Sammy bir dolandırıcı'... Yarattığımız ve k ö t ü dediğimiz şeyler Aden bahçesindeki bir ateşli kılıç gibi tepemizde ve kendimizi korumak için h e r  ş e yi yapmaya hazırız. 


   Hakikat ironiktir, hatta ironinin kendisidir. Sürekli elimizden kayar gider, a n  gibi. Pardon an gibi değil, hakikat andır. Öldürün onu, hemen ardından da onu severek ritüelinizi tamamlayın ve bir sonraki ana geçin. Bazen herkes bir anda size dönüp de 'tamam biz de biliyoruz be kardeşim, oynamaya devam et işte!' diyecekmiş gibi gelmiyor mu size de? Yoksa ben mi şizofrenim?