2 Aralık 2015 Çarşamba

Jacob's Ladder - 1990


Film Türü: Gerilim, Drama.
Film Süresi: 113 Dk.


   Türkçe'ye 'Dehşetin Nefesi' olarak çevrilen Jacob's Ladder'ın Yönetmenliğini Adrian Lyne (Unfaithful) yapmıştır. Başrolünde herkesin IMDB'nin 'En iyi 250 film' listesinin ilk sırasından bildiği The Shawshank Redemption filminin de başrolünde oynayan, Dead Man Walking filmiyle 'En İyi Yönetmen Akademi Ödülü'ne aday olmuş, Mystic River filmi ile de 'En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Akademi Ödülü'nü almış olan Tim Robbins oynuyor. Eğer sizi düşünmeye teşvik eden ve hayatınıza etki eden filmleri seviyorsanız bu filme bayılayacaksınız.

***

   Hayatımızın henüz başlarında çeşitli masallarla büyüdük hepimiz. Bu masalların hemen hepsindeki ortak özellik, bir baş kahraman ve bu kahramanın masal boyunca mücadele ettiği ve sonunda alt ettiği bir düşman olmasıdır; birine iyi, diğerine kötü derler... Etrafımızda bizden büyük olanların ne yaptıklarını tam olarak bilmeden (onların da tam olarak ne yaptıklarından haberleri olmadığını da hiç bilmeden) kendi küçük dünyamızda, daha doğrusu küçük sandığımız dünyamızda kendimizi, öğrendiğimiz bazı kahramanlarla özdeşleştirir ve etrafımızda yine bazı şeyleri düşmanlaştırarak onları alt ederdik. Bu düşmanlar bazen birer oyuncak, bazen birer insan olurdu ki onlara da oyuncak diyebiliriz sanırım. Bütün bu masalların ve oyunların ötesinde sürekli olarak sorduğumuz ama hiçbir zaman tatmin olabileceğimiz bir cevap alamadığımız bir soru vardı: 'öldüğümüzde ne olacak?'. Henüz bize uzak görünmekte olan bu ölüm denen şeyin korkusunu az da olsa hissederdik sorarken. 

   Çizgi filmlere bayılırdık bir de... Hatırlayanlarınız vardır bir tanesini; amacı koyunları kaçırıp yemek olan bir kurt ve onları korumaya çalışan bir çoban köpeğinin olduğu bir çizgi film vardı. Çoban köpeği kurdu enselediğinde de, kurt koyunlardan bir ya da birkaçını kaçırmayı başardığında da zaman zaman üzülür, zaman zaman da sevinirdik, yani bazen biriyle özdeşleşirdik bazen de diğeriyle. Bu ikisi mesai saatleri içindeyken sürekli bir şekilde mücadele içindeydiler ama mesai saati bittiğinde bir anda hiçbir şey olmamış gibi can ciğer dost olurlardı. Bu çizgi filmin Kitab-ı Mukaddes'ten esinlendiğini bilmezdik tabii, veya o kurdun da çoban köpeğinin de aynı kişi olduğunu.


Çok açgözlü olmasak?

   Bu kahramanların ve onun düşmanını birleştiren ortak nokta istedikleri şeydi; biri sahiplendiği şeyi korumak diğeri de onun sahiplendiği şeyi tahrip etmek isterdi. Üzerinden uzun diye tabir edebileceğimiz bir zaman dilimi geçti ve biz masal dinlemeyi bırakıp masalın içine girdik. Bu masallarda gördüğümüz ama atladığımız çok önemli bir nokta oldu içine girince; kahramanın kahraman olmasını sağlayan varlık düşmanıydı ve daha da önemlisi, bir düşman ve kahramanın ortaya çıkmasını sağlayan şey bir istenç idi. Jacob's Ladder'ı ölüm ile ilgili bir yetişkin masalı olarak adlandırarak başlıyorum yazıya ve filmi izleyip de bana masal olamayacak kadar gerçek olabileceğini söyleyen olursa da yaşamın gerçek olamayacak kadar da masal olabileceği cevabını verebilirim.


   Filme başlamadan bilmeyenler için Jacob isminin kutsal kitaplarda geçen Avram 'ın (Hz. İbrahim) torunu ve Hz. Yusuf'un babası olan Hz. Yakup olduğunu belirtelim. (Bu bölüm spoiler içerir.) Film Vietnam Savaşı'nın ortasında başlar. Askerler ot içerken bir anda düşmanın yaklaştığına dair bir haber alan bölük harekete geçer ve bu anda birkaç asker herhangi bir darbe almadığı halde çıldırmışçasına yerde çırpınmaya başlar. Çatışmanın ortasında kalan Jacob (Tim Robbins) hayatı pahasına kaçarken bir asker tarafından tüfek süngüsüyle karnı deşilir ve gözünü metroda açar. Elinde Albert Camus'nun 'Yabancı' kitabıyla uyuya kaldığını farkeden Jacob'un gözüne her şey sanki aldığı nefes için tehditmişçesine korkunç görünmeye başlar. Bu andan itibaren savaş sahnesinin gerçekliğini sorgulamaya başlarsınız ancak filmin çeşitli yerlerindeki diyaloglar sayesinde Jacob'un gördüğü görüntülerin yaşamış olduğu bir an olduğundan şüpheniz kalmayacaktır. Her insanın en zor anında, bazen istemli bazen istemsiz olarak kendine hatırlattığı bazı anlar vardır; kendi varoluşunu tehdit altında hissettiği ve güce ihtiyacı olduğu zamanlarda tutunduğu hatıraları... Jacob'un beyni de varoluşunu tehdit altında gördüğü andan itibaren kendine bir dünya yaratır ve yaşam mücadelesi vermeye başlar; yani metroda uyandığı sahne aslında kendi iç dünyasına uyanmasını simgeler; Jacob komaya girmiştir ve ölümle yaşam arasında bir arafta kalır. Filmin ortalarında ve sonunda, Dr. Collins'in (Danny Aiello) Jacob'a söylemiş olduğu şeyler bütün filmin amacını bize gösterir niteliktedir: 'Eğer ölmekten korkuyor ve hayata sarılıyorsan, hayatını almaya çalışan şeytanları görürsün. Ama kendinle barışırsan, o zaman şeytanlar gerçek bir melek olup seni bu dünyadan kurtarırlar.'. Buradaki 'kendin' kavramı varoluşumuzun en can alıcı noktasını oluşturuyor, barışmak da farkındalığı... Şimdi Jacob'un arafta gördüklerini analiz etmeye çalışarak bir insanın en ufak bir anındaki hayatta kalma içgüdüsünü açıklamaya çalışacağız.




   Hayatımızın başlarında ilk oluşturduğumuz şey bir ikilemdir. Savunmasız bir şekilde hayata geliriz ve vücudumuzun hayatta kalmak için talep ettiği gıdaları bize sunan varlıklara tutunuruz. Bir buçuk yaşına kadar beynimizin hatırlama bölümü henüz olgunlaşmamış olmasına rağmen çoktan bir şeylere tutunmaya, bir şeyleri kendileştirmeye başlamışızdır. Tabii ki duygularımız henüz en temel yanlarıyla ortaya çıktığı için bulunduğumuz ortamda doğruları belirleyen varlıkları, bizi mutlu ettiği müddetçe tanrılaştırıp tanrılaştırmadığımızı sorgulamayız hiç, seviyorum deriz kısaca veya mutlu ettiği zaman da naif bir sorgulamaya başlama çabasıyla sevmiyorum deriz. İlk olarak kendimizi inşa ederiz bir temelin üzerine ve yeteri kadar büyüdüğümüz düşünüldüğünde de bizi yavaş yavaş salıvermeye başlarlar. Aynı şeyleri daha büyük bir kapsam içinde dışarıda da gerçekleştirir ve mücadelemize devam ederiz. İşte Jacob da bu mücadele içinde kendine bir aile kurmuş ve o aileyi korumakla mükellef olduğunu düşündüğü devletini korumak için gittiği bir savaşta, mücadelesinin tamamını sorgulamak zorunda kalacağı bir duruma düşmüştür.


İhtiyaç için para toplayan noel babanın Jacob'un cüzdanını çarpmasını ince görelim


   Benjamin Button'ın garip hikayesinde olduğu gibi olayların akışını tersten görüyoruz bu sefer. Jacob'un kendileştirdiği ilk varlık olarak karşımıza çalıştığı iş yerinden arzuladığı Jezebel çıkıyor ve yönetmen bu noktada bize cinselliğin varoluşumuzun doruk noktası olduğunu vurguluyor. Kitab-ı Mukaddes'de en günahkar kadın olarak karşımıza çıkar Jezebel ismi. Bir nevi ilk olarak düşmana gider Jacob, yaşamı için en önemli varlık olan ailesine karşı içten içe tehdit olarak gördüğü Jezebel'e karşı olan arzusuna... Sarah ile evli olan ve üç çocuğa sahip olan Jacob, kendine yansıttığı bu yaşamda Sarah'dan ayrılmıştır ve Jezebel ile ateşli bir birliktelik yaşamaktadır. Jezebel ile birlikte olduğu zamanlarda çevresinde her şey demonik bir hal almaya başlar. Garip yaratıklar görür çevresinde ve sürekli korku içindedir. Bu bölüm en uzun bölümdür ve iki defa karşımıza çıkar. Hayatta kalma mücadelemizin en şiddetli geçtiği anlar içinde korkunun hissedildiği anlardır. Bu yüzdendir ki yazının başında bahsettiğim çizgi filmde izlediğimiz bölümlerin çoğu 'mesai saatleri içinde' geçer. Bu bölümle karşılaştığımız iki seferde de Jacob mücadeleyi kaybeder, ölüme yaklaşır ve ailesinin yanında gözünü açar. Çünkü bu korku dolu mücadele, korktuğumuz varlığı ortadan kaldırarak hiçbir zaman sona ermez, sevdiğimiz bir varlık olduğu müddetçe bu ortadan kaldırma çabası ve korku her zaman olmaya devam edecektir; ancak bu sefer gerçekten bir sona ilerliyoruzdur ve Jacob korkusuna boyun eğmek zorunda kalarak sevdiklerine kavuşur. Bu bölüm, uğruna yaşanan varlık ne kadar kesinse o kadar kısadır çünkü varlığının ortaklığına olan inancının şiddeti onu hemencecik mücadelesine geri döndürür. Bu mücadeleye döndüğünde karşısında kayroprakti doktorunu bulacaktır. Dr. Collins'in Jacob'a verdiği ders, filmin en önemli mesajı niteliğindedir. Jacob'a sağına dön dediğinde Jacob'un sola dönmesinden sonra ona, felsefe doktorası yapmış biri olmasına rağmen sağını solunu karıştırdığını söyler. Kelime anlamı 'bilgelik sevgisi' olan felsefe okuyan biri bile ayrıntılarda en basit cevabı unutmuştur. Jacob'un bedenini küçük bir hareketle rahatlatan Dr. Collins'e Jacob 'melek' yakıştırmasında bulunur; Dr. Collins, Jacob'un kendisine melek demesinden sonra bu sıfatı Jacob ona verdiği zaman duyduğunu söyler ve 'Eğer ölmekten korkuyor ve hayata sarılıyorsan, hayatını almaya çalışan şeytanları görürsün. Ama kendinle barışırsan, o zaman şeytanlar gerçek bir melek olup seni bu dünyadan kurtarırlar' der ve durumun sadece bir bakış açısı olduğunu, bütün gücün basit bir şekilde kişinin kendisinde olduğunu belirtir. İçeriye bakan gözü yavaş yavaş açılan Jacob'a bir telefon gelir ve arayan onun aradığı bilgidir. Görüşüp buluştuğu insan bir kimyagerdir ve savaşta, daha önce deneylerini yaptığı bir uyuşturucunun kullanıldığını söyler. Yaptığı 'lsd' deneyleriyle bir ileri seviyeye götürdüğü ilacının adı 'ladder'dır ve bu ilacı kullanan, varoluşunun merkezine inen hızlı bir yolculukla etrafındaki her şeyi bir tehdit olarak algılamaya başlar ve bu ilaçla birlikte herkes agresifleşmiş ve kendi arkadaşlarını öldürmeye başlamıştır. Jacob bütün bunları dinledikten sonra bıçaklandığı anı hatırlar ve kendisini bıçaklayan arkadaşını görür. Durum, hayatın kendisi gibi ironiktir; düşman dediklerimiz de dost dediklerimiz de aynı varlıklardır; ortadaki tek fark bir bakış açısıdır. Bu durumu farkeden Jacob ilk iş olarak bir taksi tutarak eve gider ve orada tamamen açılan gözü, savaştan önce bir trafik kazasında kaybettiği küçük oğlu Gabriel'i görür. Oğlunun adının da Tanrı'nın elçisi Cebrail'in adıyla aynı olması da manidardır tabii ki... Oğlu merdivenin alt basamağında oturmaktadır ve babasına onunla yukarı gelmesini söyler. Yukarıya çıktıkça ışık çoğalır ve Jacob gerçek huzuru boyun eğmekte, mücadeleden vazgeçmekte bulur.




   Bütün bu yazılanların ışığında gözüken gölgede ne görüyoruz? Ben hala bir süper kahramanın gölge oyununu görüyorum. İstediği varlığa istediği değeri yükleyebilen ve istese de istemese de her türlü düşmanı yok eden bir süper kahraman olduğumu hissedebiliyorum. Beni, kendi değerine karşı bir tehdit olarak gören ve düşmanlaştıran biriyle karşılaştığımda biliyorum ki boyun eğişim bir zaferin parçası olacak. Biliyorum her şey benim bakış açıma, inancıma bağlı; her şey ben istesem de istemesem de akıp gidiyor ve ben bu akışta bazen korkuyor bazen akıyorum, ben hem düşman hem de kahramanım. Lukretius'un dediği gibi; 'ölüm varken ben yokum, ben varken ölüm yok', ben ölüm olmayanım, ben OLMAYANIM.  Dışarıya baktığımızda gördüğümüz her şey 'biz olmayan' değil mi? Her şeyde olan güzelliği görmeye başlamazsak, düşmanımızı da sevebilmeyi, değersiz gördüğümüzün de değerini görmeye başlamazsak, ölüm anındaki cehennem bizi bekliyor olabilir. Gündelik rüyayı kontrol etmekte güçlük çekerken bilinçdışındaki son kabusta korktuklarınızın gerçek olmadığına kendinizi inandırabilecek misiniz? Veya bir bilinçdışının içinde olmadığınızdan emin misiniz? Her şeyi unutturacak kadar büyük bir unutuşu hatırlayabilir misiniz siz? Bizler emekli bir albay gibi her şeyi çözmeye çalışırken, her şey muhteşem bir denge içinde varoluşuyor ve ben bu varoluşmanın bir gölgesini gösteren emekli bir ölü gölgesiyim. Çok eğlenceli bakış açıları, çok eğlenceli masallar var; mesai saatini biraz daha kısa tutsak?
 




14 Kasım 2015 Cumartesi

Lost in Translation - 2003


Film Türü: Drama
Film Süresi: 101 Dk.


   Filmin yönetmenliğini gerçekleştirmiş ve bu filmle 'En İyi Yönetmen Akademi Ödülü'ne aday gösterilmiş olan Sofia Coppola, bu ödüle aday gösterilmiş olan dört kadın yönetmenden biridir. Kendisi ünlü yönetmen Francis Ford Coppola'nın (Godfather I-II-III, Apocalypse Now, Dracula) kızıdır. Aynı zamanda filmin senaryosunu da yazmış ve film 'En İyi Özgün Senaryo' dalında akademi ödülüne uzanmıştır. Filmin başrollerinde, benim çok sevdiğim bir yönetmen olan Wes Anderson'un filmlerinde tanışma fırsatı bulduğum Bill Murray (The Royal Tenenbaums, Moonrise Kingdom, Ghostbusters) ile Scarlett Johansson (Vicky Cristina Barcelona, Lucy, The Prestige) oynamaktadır. Scarlett Johansson'un adı geçmişken kendisinin 2016 yılında vizyona girecek olan, Coen kardeşlerin yönetmenliğini üstlendiği 'Hail, Caesar!' filminde, Tilda Swinton, Ralph Fiennes, George Clooney gibi isimlerle birlikte başrolde yer alacağını da heyecanla belirteyim.

   Filmin konusuna girmeden önce 'Dil Nedir?' gibi metafizik bir sorunun kısa bir açıklamasına girsek fena olmaz. Gerçi bu cevap kısaldıkça bu kavramın anlamının okuyanlarda bulacağı karşılık farklılaşacaktır ama en basit yönden anlamı da zaten aktarılmak istenen şeyi, aktaranda bulunan anlamı haliyle, aktarılmak istenen varlığa aktarmak için kullanılan araç olmasıdır. Dil, kaba bir tabirle bir yandan dışkılama yaparken bir yandan beyin doyurmak için kullanılır; çünkü egonun kendini doyurma biçimi iletişimi esas alır. Deneyimlemekte olduğumuz şeyler, daha önce deneyimlenmiş olanlarla karşılaştırılırken, önceki deneyimlerin duygulanımlarına benzerlik ya da farklılıklarına göre bizim için ya fiziksel hayatta var olur ya da bir başka zamansal boyutta var olmak için pusuda beklerler. İçsel gözümüzle 'zoom' yaptıklarımız, bu odaklanmanın şiddetine göre bağımsızlıklarını ilan etmek isteyebilirler. Biz bu varlıkları değişik dil yapılarıyla deneyime açmadığımız zaman, onları içeride koruyabilmek bize bir duvara mal olur. 'Kendileştirdiğimiz' bu varlıklar kafamızın içinde dönerken, onları düşünürken hissettiğimiz duygulanımlardan farklı bir duygulanımı simgeleyen bir vücut dilini kullanmaya başlarız. Karşımızda, bugünkü çekimden ne kadar sıkıldığımızı paylaşmak istediğimiz güzel bir kadın varken bunları paylaşmamak, anlatırken kullanacağımız (paylaşacağımız geçmiş deneyimin taklidi olan) vücut dilimizden farklı bir vücut dili kullanmamıza yol açar. Donuk bir bakış ile kafayı öne eğerken içtiğimiz viski, o an var olmak için kıpraşan imgeleri öldürmek için kullanılan bir zehir yerine de geçebilir, tam tersine onları içeride tutan bu duvarı yıkmak için kullanılan bir asite de. Bob Harris (Bill Murray) de Japonya'ya geldiğinde kafasının içinde kıpraşıp duran ancak bir türlü deneyime açamadığı bir sürü varlıkla, kendisinin bile hoşlanmadığı bir Bob Harris oluşturmaktaydı. Bob ünlü bir aktördü ve onun yolunu Japonya'ya düşüren Japon pazarlamacıların ilgisiydi. Burada birkaç reklam filminde oynayacak ve programlarda boy gösterecekti. O da aslında sadece belirli ürünlerin maddesel dünyada para olarak değer bulması için kullanılan dilin bir parçasıydı.



   Bob, Charlotte (Scarlett Johansson) ile ilk olarak bir asansörde karşılaşır. Charlotte'un diğer insanlardan fiziksel olarak farklı olması bile en basit sebep olarak bilincindeki farklılığa ufak bir şekilde dokunur. Charlotte'un henüz iç dünyasında ne olup bittiği ile ilgili en ufak bir fikri olmamasına rağmen belki de yüz ifadesindeki 'burada yabancıyım' etiketini farketmiş olabilir. Tabii buradaki yabancılık Japonya'da Amerikan vatandaşı olmaklığı da kapsasa da bu kavrama yapılacak hafif bir ayrıştırma ile ilk karşımıza çıkan kavramın dışsallığa farklılaşan içsellik olduğu görülecektir. Charlotte, felsefe okumuş, en az kopuk olması gereken insan olan kocasıyla arasındaki kopukluğu bile bir arkadaşıyla paylaşamayan bir kadındır. Kendi içinde hayatın anlamını sorgulamaya başlamış ve bu yolda kaybolmaya başlamıştır. Bu arada kocasından söz etmişten, Friends hayranları John'un, Pheobe Buffay'in erkek kardeşi Frank Buffay'i canlandıran ve ablasının üçüzlerine baba olan Giovanni Ribisi'yi hatırlayacaklardır. 

   Bir akşam Charlotte, John ve onun arkadaşlarıyla dışarıda sıkılırken gözüne Bob çarpar. Aralarında ciddi bir yaş farkı olmasına rağmen Charlotte, Bob'un oturduğu yere ikram yollar. İkisinin de içlerinde bulunan ve göz göze geldiklerinde kuvvetlenen bu canlanmak isteyen varlıkların yaşı yoktur. Bu çekim kuvveti çeşitli yerlerde sürekli olsa da bazı bizim göremediğimiz ahlaki darağaçlarını hissettiği için bazen olmamış olmayı seçebilir. Kaldı ki bu filmde bize gösterilen, tam da bu bahsettiğimiz ahlak kuralları karşısında mutlu olmaya çalışan iki insanın mücadelesidir. Nasılı şu anda bahsedileceklerden daha az önemli gördüğüm birkaç görüşmeden sonra bu iki kayıp varlık deposu birbirine gitgide yakınlaşmaya başlarlar. İkisinin de birbirlerine baktıklarında gördükleri şey aynılaşmaya başlamıştır. Bir his vardır tarifsiz, öyle bir histir ki iki kişi arasında olduğu zaman bile içeride kalan, gözle görülen bir ikiliği bile bir yapan, kendisinden bahsedildiğinde fiziksel dünya tarafından tahribata uğrayacağından korkulan, içinde zamansallığı barındırmayan, olmayanı olduran, uğruna yaşanan bir his... Aslında bu muhteşem değerini dışarıya karşı olan farklılaşmanın büyüklüğünden alır bu aynılaşma. Film, bu vurguların ışığında bize iki şey gösterir: aranılan şeyin basitliği ve bu basit varoluşu değişik maskelerle nasıl derinlere sakladığımızı... İronik bir şekilde aslında bizim huzurumuz için var olduğunu kabul ettiğimiz ahlak kuralları, zamanı hiçe sayan bu şeyi parçalıyor, görünmeyen bir duvar koyuyor tam ortasına, sonra da yavaş yavaş üzerine zaman atıyor, gömüyor onu.



   Öyle masum sahneler var ki aşk kendisinden utanır. Birinin ayak parmağının diğerinin bacağına olan dokunuşu, onun ellerinin bu ayağı okşayışı farklı bir dilde farklı bir anlam ifade edebiliyor ve sınırsız sözcükle ifade edemediğimiz bir şeyi bu dokunuşlar öyle güzel özetliyor ki, size 'film nasıldı?' sorusu sorulduğunda cevap vermek yerine bu dokunuşları düşünmeyi tercih edebilirsiniz. Ayrılığın kendisi son sahneyi izlese bir daha olmaz.

   Film hakkında çok ayrıntı vermemeyi tercih ettim çünkü çoğu sahne aynı mesajın betimlemesinden ibaret. Filmin kendisi de bir başı ve sonundan söz edilemeyecek bir duygulanımın masumca bir başkaldırışı; içinde öfke barındırmayan, pasif bir başkaldırış, ağır bir ağıt... Görünmeyen duvarlar arasından sessiz bir çığlık... Yazıda bahsedilenler konunun drama boyutu ile ilgili olsa da filmde eğlenceli sahnelerin de olduğunu belirteyim. İyi seyirler!


1 Eylül 2015 Salı

American Beauty - 1999


Film Türü: Drama
Film Süresi: 122 Dk.

Birinci Bölüm

   Hayatı sevmek. Çok basit bir kalıp gibi geliyor değil mi? Ancak maalesef hala muğlaklığını korumakta olan bir kavram bu... American Beauty filmi bu kavramın üzerindeki sis bulutunu dağıtarak bize gerçekten ne anlama geldiğini anlatabilmekle kalmamış, aynı zamanda sisin kaynağına da ışık tutmuştur. Kaldı ki çoğu film sadece kirliliğe sebebiyet veren kaynağı gösterirken 'sevgi' kavramını ihmal etmiş ve bizi yine umutsuzluk içinde bırakmıştır. Filmin analizine başlamadan önce hayat ve sevgi üzerinde durmamız mantıklı ve gereklidir; her ne kadar günümüzde mantık 'gereksizler' kutusunda çürümeye yüz tutmuş olsa bile...

   Hayat, tek sahip olduğumuz gerçekliktir. Birçok insanla aynı biçimleri görsek de, bunların hiçbiri aslında aynı şeyler değildir. Aynı masaya bakarız, aynı filmi izler, yeri gelir aynı insanla konuşuruz, ama bunların hepsi bizim için farklı anlamlar ifade eder ve biçimsel olarak aynı olan bir gerçekliğin içinde zihinsel olarak farklılaşmış bireyler olarak görünürüz. İşte tam da bu farklılaşma, bizi bir ikiliğin ortasında bırakır. Fark kavramı, 'bir diğeri'ne işaret eder ve bizi konumlanmaya zorlar, kendi hayatımıza karşı konumlanmaya... Bir başka bakış açısı gördüğümüz zaman ona tam da 'bir BAŞKA bakış açısı' olarak bakmaya çalışırız. Halbuki bize görünen bu bakış açısını yine biz kendi aklımızda yorumlarız; hatırladığımız ve hatırlamadığımız geçmişimizin tümüne karşı, yani kendi hayatımıza karşı onu başkalaştırırız ve bize karşı bir tehlike arz edip etmediğini kontrol ederiz. Bu çok mutlak bir hayatta kalma içgüdüsüdür. Bu kendimize karşı konumlanma, düşüncenin işleyişidir ve düşünce de OLMAYANDIR. Bu olmayan, kendini bugüne kadar eşleştirdiği, doğru olduğuna inandığı, yani OLDUĞUNA İNANDIĞI her şeyi korumak için bu sorgulamayı gerçekleştirir. İşte tam da bu an bize iki yol işaret eder; tamamen seçimi bize ait iki yol, mutluluk ve mutsuzluk, sevgi ve nefret; hepsi aynı kapıya çıkan bir ikilik: OLMAK ve OLMAMAK. Düşüncenin olmayan olduğundan ve bunun da bir ikilik oluşturduğundan bahsetmiştik, yani OLMAYI da doğuran olmayandır, ancak bu ikilikte kalmak, sürekli bir olmayışı yani negatif kısmı işaret eder. Bu nokta da, Kierkegaard'ın bağnaz inancı övmesinin sebebidir. Tamamıyla inanmanın, bilmekten hiçbir farkı yoktur. Sağlam bir inanç, içinde sorgulamayı barındırmaz ve sorgulamanın (yani olmayanın) da olumsuzlanması ile ortada bir teklik kalır. İşte tam da bu teklik, bizi OLMAYA, o da bizatihi sevgiye götürür. Sevgi, hayatında olan her şeyi buyur etmektir; her türlü bakış açısını, her türlü olguyu kendi yorumladığı gibi gördüğünü kabul ederek hayatının bütün sorumluluğunu üstlenmektir. Sevgi, olmayandan kaçıştır, OLMAMAKTAN kaçıştır, yani ölümden kaçıştır. Olmayanın VARLIK istencidir, güç istencidir; güç ise sahip olma istencidir. Sevgi, sahip olma hissidir; kendi hayatındaki her şeye, kendi hayatına, yani kendine sahip olmaktır; sevgi kendini sevmektir, sevgi SEVMEKTİR. Yaşanılan her şeyin kendine ait olduğuna sadece bağnazca inanmaktır. Yukarıda da bahsedildiği gibi, her şeyin bir bakış açısından ibaret olduğunu, bütün sorumluluğun kendine ait olduğunu kabul etmektir. Olmayan hiçlikten korkmuş ve sadece olabileceğine inanmıştır, sadece SEVEBİLECEĞİNE inanmıştır, olmayışı sevebileceğine, sadece inanarak mutlu olabileceğine inanmıştır. Ölü olan bir varlığı oldurmuş, ona bir geçmiş vermiştir, vermeye devam etmektedir. Bu geçmiş, bilgidir. Nasıl öldüğüne dair güzel bir senaryo hazırlamak istemiştir. Ortada bir ölüm sonrası yoktur, sadece öncesi vardır. Eğer bir sonra varsa, bu yaşamdan sonrasıdır. Sartre'ın kendini aldatma dediği bu ilüzyon, safi inançtır. Kendini inandırmadır. İnandırma kavramındaki '-dır' eki de bir konumlanmayı temsil eder. Yani bizler bir kaygıyla başlamış ancak bunu sevgiye çevirebilmiş varlıklarız. Bize şah damarımızdan daha yakın olan bu olmayanı görmeye çalışmamız, bize söylendiği gibi nafiledir, o her yerdedir. Bize düşen tek şey, sevebilmeye inanmaktır. Bu da Nietzsche'nin amor-fati kavramının karşılığıdır.

   İkinci Bölüm

   Birinci bölümde hiçlikte bir gezinti yaptık, gözlerimiz kapalıydı, bakış açımızı ayarladık, şimdi ise gözümüzü açma zamanı. Ne görüyoruz? İnsanlar... Hayatta kalmak için para kazanmaya çalışıyorlar. Hayatta kalmak ve para... Hayata gelme amacımızdan bahsetmiştik; hayatta kalmak, hayat oluşturmak ve olmak. Evet olmak sevgi ve sahip olmaya götürmüştü bizi, peki para yardımcı oluyor mu? Para ile ne yapıyoruz? Evlerde oturuyor, arabalara biniyoruz; kısacası kendimize maddi şeyler alıyoruz. Hiçbir zaman gerçek anlamda sahip olamayacağımız şeyleri alıyoruz. Odalarımızda kendimizi ait hissettiğimiz düşüncelerimizi imgeleyen eşyalar, aynı şekilde kıyafetlerimiz... Doğadan borç alıyoruz, bu maddelerin hepsinin kendi varlığı var ve biz onları sömürgeleştiriyoruz. Ve ne kadar çok para kazanırsak o kadar mala sahip oluyor, yani aynı anlamda o kadar çok borçlanıyoruz. Üzerimize geçirdiğimiz bez parçaları da tanrılaştırdığımız maddenin polisleri; giydiğimiz zaman kendimizi diğerlerinden farklılaştırarak koruduğumuz yanılgısına düşüyoruz. Bizden farklı olarak gördüklerimizi düşman belleyerek putperestçe yaşıyoruz. Mutluluğu arıyoruz; evet bizi sahip olmaya götürüyor ama bizler olmayanlardanız. Bizler düşünceyiz, ancak bir ideaya sahip olabiliriz. Maddeler de sadece onlar üzerindeki bakış açılarımızdan ibaretler. Gandhi mutsuzluğun yoksullukla ilgili olduğunu biliyordu. Ancak yoksulluk, sizin düşündüğünüzün tam tersi bir kavrama işaret eder: bir insan ne kadar çok maddeye sahip olduğuna İNANIYORSA, o kadar çok koruması gereken şey, yani o kadar çok kaygısı vardır; o kadar çok borç batağındadır. Kontrol edebileceğiniz tek şey, düşüncelerinizdir. Evet mutlu olmak için ilkin bir kaygıyı kullanmamız gerekir, ama onu öldürmek için. Öldürmek şiddeti çağrıştırsa da, bu başka türlü bir öldürmedir. Olmanın dili sevgidir ve olmayanın silahlarından kullanmaz. Severek yok eder yok olma kaygısını, sadece inanarak. Düşünce, düşündüğü sürece vardır ve kaygı duyulacak geriye hiçbir şey kalmamıştır, meğer ki kaygı oldurulsun. Ölümde düşünce yoktur... Epikuros'un da dediği gibi, 'ölüm varken ben yokum, ben varken ölüm yok'.

Üçüncü Bölüm

   Evet gözümüzü açtık, hayattan ve onu sevmekten bahsettik, işin tamamen olmak ve olmamaktan geldiğini gördük. Gelelim filmimize... Karakterlerimizi yargılamadan önce ne kadar borç içinde olduklarına bakmakta ve üst benliğimizde bizi yöneten ahlak ve incelik kurallarını ele almakta fayda var. Günümüzde toplumumuzda bulunan bütün kurallar egemen güce, yani kapitale hizmet eder. Ne kadar çok mala ve bu malla gelen bir saygınlığa sahipsek bu kuralları daha çok benimseme eğiliminde oluruz. Ancak bu farklılaşma yarışında ne kadar geride kaldıysak bu kuralları da yoksaymaya yakın oluruz, bu da düşüncenin kendisine olan inanca yaklaşmadır. Düşünce bütün ahlak kurallarını yoksayar, daha doğrusu çıkarına göre düzenlemek ister. 



   Global reklamcılığın insanlara 'mutluluk' olarak benimsettiği kusursuz biçimlere (!) bürünmeye çalışan bir grup insan; çok yabancı değil sanırım? Karısı ve kızı tarafından saygı duyulmayan, on dört yıllık işini de kaybetme aşamasına gelmiş, sistem tarafından zombileştirildiğini hissetmeye başlamış ve ussal bir başkaldırının sinyallerini vermeye başlamış olan Lester (Kevin Spacey); emlakçılık yapan, kariyerinde hala hedefleri olan, evinin her bir köşesinde egemenliğini ilan etmiş karısı Carolyn (Annette Bening); baskılanarak en büyük ihtiyaç olarak gösterilen seksin parıltılı giysisini taşıyan Angela (Mena Suvari), onun gölgesinde okulda hayatta kalmaya çalışan, kendine dair sevdiği en ufak bir nokta olmayan Jane (Thora Birch); Jane'i sürekli kameraya alan, yan binaya yeni taşınmış emekli albay Fitts'in (Chris Cooper) oğlu Ricky Fitts (Wes Bentley)... İnsanlar filmi anlamayıp umutsuzluk aşılıyor diye eleştirmesin diye filme yerleştirilmiş bir de eşcinsel çiftimiz var.

   Filmde Lester ön planda çünkü başkaldırışı ile en fazla sempatiyi toplayacak karakter, bir de Kevin Spacey tarafından canlandırılınca tadından yenmez oluyor. Ancak albayın oğlu Ricky'ye ayrı bir parantez açmamız gerekir. Farklılaşmanın hedef olduğu bir sistemde eşitlik, yani birlik, sıradanlık olarak yeriliyor ve ölümün yerine konuluyor. Bütün hayatımızı başkaları tarafından farkedilmek için, yani üzerlerine taptıkları putları temsil eden bez parçaları geçirmiş sahte tanrı elçilerinin sömürgesi olarak benimsediğimiz için sıradanlık baya bir korkutucu olabilir tabii. Zamanında sistemin aktörelerini arkasına alarak yüzlerce kişiyi yöneten bir albay, sanki ölmüşcesine her anını 'albaylık' için adak haline getirirken onun sıradanlık korkusu, oğluna karşı oluşturduğu tehdidin yanında Ricky'ye sempatik gelebiliyor. Genç yaşında her şeyini (sahip olduğunu sandığı) kaybetmeyi göze alarak istemeden madde bağımlılığından kurtulan Ricky, bir başka maddede teselli bularak mutlu olabiliyor. Lester, kendisine gençken ne kadar mutlu olduğunu söyledikten sonra ona, babasının odasındaki her şeyi garsonluk işinden gelen parayla aldığına inanmasını hatırlatıp, SAKIN İNKAR ETMENİN GÜCÜNÜ KÜÇÜMSEME, diyebiliyor ki benim filmde en etkilendiğim sahnelerden biriydi. Bizler gerçekten de kaybetmeye korktuğumuz KORKUMUZ için her şeyi kabul etmeye hazırız. Sıradanlığın mükemmelliğini öğrenen Ricky'nin Angela'yı yoksayarak sürekli Jane'i izlemesi, ölü bir kuşu, rüzgarda dans eden yaprağı çekmesi, Lester'ın tam atağa çıkmışken Ricky'nin attığı muhteşem goldür. Ölü bir insandan bahsederken der ki: "Sanki öyle bir şey gördüğünde Tanrı bir anlığına sana bakar, dikkatliysen sen de bakabilirsin.", ve Jane ona ne gördüğünü sorduğunda ise 'güzellik' der. İnsan kendi ölümüne en yakınını ancak bir insanın ölümünde görebilir, ve kaçtığın asıl şeyin ne olduğunu gerçekten biliyorsan, onu güzel bularak yendiğini biliyorsan, her şeyi mutluluğa çevirebilirsin! Başlarda Angela'nın etkisiyle Ricky ile saldırgan bir tonla iletişime geçen Jane, Ricky'nin pasifist tavrı ile mutlu olabilmiş, Ricky de Jane'i mutlu ederek mutlu olabilmiştir.

 "Never underestimate the power of denial"

   Ricky'nin aksine güzelliği hala farklılıkta arayanlar kaygı içinde boğulmaktan kurtulamıyor. Angela, bakire olmasına rağmen küçüklüğünden beri kendisine inandırdığı ideaya ulaşabilmek için Jenna Jameson rolü oynamayı kendine meşrulaştırıyor. Film boyunca gerçek olduğu tek sahnede ise titriyor... Ricky'nin annesi ölümüyle aynı evde yaşıyor, çıt yok... Albayın çığ gibi egosunun altında uyuya kalmış olan anne, ev toplu olmasına rağmen misafir gelince otomatik pilotta mahcup rolü oynayabiliyor, üstelik farkında bile olmadan. Peki ya Jane? Sahip olduğunu sandığı yapıntı annesinden gelen bir tokatla yerle bir olurken annesine sinirlenmiyor ve giysilerini çıkartıp camın önüne geliyor. Tokadın sorumluluğunu giysiler almış ve hemen o anda kendilerini yere bırakmışlar gibi... Bütün şiddetin sorumlusuna karşı düzenli olarak kullandığımız ritüelin kutsal parçaları! Ve ilk defa çıplaklığından utanmıyor; Ricky'de gördüğü ve daha önce kimsede görmediği bu herkese yetebilecek olan yıldızın ışığı altında parıldıyor.

   Carolyn ise hayatı boyunca kendisine gösterilen hedefe yürürken rüyalarının adamıyla tanışıyor ve evindeki başkaldırmaya boyun eğmeye de hiç niyetli değil, tam da ışık tuttuğu hedefe bu kadar yaklaşmışken... En yakın akıl hocasından kurban olmaması yönünde bir komut alıyor ve eve doğru yöneliyor.

Apartmanın önüne kim parketti?

   Albayın zihni öleli çok olmuş; ancak sırf varoluşunu sürdürme amacı ile hayata getirdiği oğlunu kaybettikten sonra ilk defa kendini sorgulayabiliyor. Yaşadığı zamanlardan hatırlayabildiği yitik sorgulama yeteneği ile muhteşem bir cesaret örneği göstererek Lester'ın kollarına bırakıyor kendini, kendi homofobik albay kimliğinin kalbine silah doğrultuyor, belki Ricky'nin neden gittiğini anlar ve geri gelmesine yardımcı olur diye... Ama Albays Fitts 'Albay'ı öldüremiyor ve bu sefer o silah, albay kimliğinin en tehlikede olduğu andaki imgeye yönelerek Lester'ın ölümü oluyor. Silahıyla eve gelen Carolyn kocasının dağılmış beynini görünce onu gelmeden önce arabadayken çoktan öldürdüğünü farkediyor ve odasına çıkıp vicdanını küçük bir kutuya kapatmaya çalışıyor...

   Lester hayatının sonunda mutlu ölümünü övüyor. 'Sanırım başıma gelenler için sinirlenebilirim ama etrafta bu kadar güzellik varken kızgın kalmak mümkün değil. Bazen sanki bütün güzellikleri bir arada görüyorum ve kalbim patlayacakmış gibi oluyor, sonra sakinleşmeyi hatırlıyorum, tutunmaya çalışmaktan vazgeçmeyi... O zaman yağmur gibi üzerimden akıp geçiyor ve sonsuz bir minnet duyuyorum, küçük aptal hayatımın her bir anı için...'. Bu ölüm, her bir anın ölümü için yakılan bir ağıt, bir sevinç gözyaşı; bu ölüm benim bir anım ve bütün hayatım, ben bu anım, bu ölümüm! Mutlu olurum ve hatırlarım, sonra her anı o ana benzetmeye çalışırım, kendime oldurmaya çalıştığım o geçmişe... Ancak ne geçmiş vardır ne de gelecek! Ölümünü sahipleniyor Lester, ölümüne kızamıyor...

'Mutlu Ölüm'

   Bu filmle En İyi Erkek Başrol Oyuncusu Oscar ödülünü kazanmış olmasına ve en hayran olduğum aktörlerden biri olmasına rağmen Kevin Spacey'nin oynadığı Lester karakterinden çok bahsetme gereği duymadım. American Beauty, Amerika'nın 'güzellik' kavramına ciddi bir başkaldırıda bulunan bir film ve benim favori başkaldırım Ricky Fitts'di, sebebi bu... İyi seyirler.



18 Ağustos 2015 Salı

Kimse Ölmez Herkes Ölür




   Elinde en iyi oyuncu ödülüyle kaçan bir imge ve kendisinin ikizi olmayan bir ben. Ödüle doğru uzanan ama bir türlü alamayan bir ben. Doyunca açlığı inkar eder, tekrar doyabilmek için acıkmayı arzularım; acıkmayı arzularım çünkü sahip olmak isterim ben. Dondurmak isterim görmek için, imgelerim hareketsizdir benim; ama dondurursam donar, kurda kuşa yem olurum ben. Ne zaman kapasam gözlerimi, elimde hissederim ödülü, rüyalara dalar, elimde ödülle ağlarım. Ancak rüyada düşer gözyaşlarım, bir tanrı edasıyla; hem sevinçtendir onlar, hem de üzüntüden. Kazanmışımdır, ama artık kazanamayacağımdır, kaybetmişimdir, ama son defa kaybetmişimdir. Ödülü kendime takdim ederim, sonra bir bakarım, ödülüm ben. Sonra konuşurum, derim ki: 'Yoktur ölümden sonrası, sadece yaşamdan sonrası', sonra biraz duraklar ve devam ederim: 'Kimse ölmez, herkes ölür'.   

   
   Uyanır uykusundan ufaklık, karanlıktan korkan, yalnız kalamayan ufaklık. Ama gözünü açtığında bir ürperti hisseder, artık korktuğu karanlık değil aydınlık olmuştur. Belki, yıkmak için alevlenen bu ateşi söndürebilirim düşüncesiyle yüzünü yıkamaya gider, suyu yüzüne vurur ve aynaya bakar. Artık bilir ki su, ateşi söndüremez, aynaya bakar ve artık o ufaklık yoktur. Kim bilir kaç yaşında bu beden, kim diyebilir bu bedenim ben? O zaman anlar ben, varoluşun ateşiyle yanmaktan kaçamayacağını anlar. Kendisine ağlamayı hatırlatır, bir zamanlar ateşini söndüren gözyaşlarını anımsar, ama ironinin bu sihirli tohumlarını hiçliğin ateşinden korumak ister. Su, ateşin yanından pis pis güler. Ateşle suyu iç içe görür ve düşünür, 'Ateş ve su neye karşı birleşebilir ki?'. Bir zamanlar, aynı şimdi ateşten korktuğu gibi, karanlıktan korkan ufaklık, artık karanlıktır; karanlığı ezmek için karanlığı anlamak istemiş, anlamak için de olmuştur! Sonra kendine bir sözünü anımsatır: 'Kimse ölmez, herkes ölür!', ve tekrar uyanır! Artık ışıktan da korkmuyordur, karanlıktan da. Hemen başucunda ışıltılar saçan bir paket görür. Pakete yaklaştıkça pakette kendini görmeye başlar, pakete sıfır mesafedeyken konuşur, 'Kaç deliliğim, ölecekmiş gibi kaç'.



12 Temmuz 2015 Pazar

Silver Linings Playbook -2012-




Film Türü: Romantik, Drama, Duygusal.
Film Süresi: 122 Dk.


   Matthew Quick'in aynı ismi taşıyan romanından beyaz perdeye uyarlanan film ciddi bir başarıya ulaşarak birçok ödül kazanmıştır. 21 milyon$ bütçe ile çekilmiş ve 230 milyon$'ın üzerinde bir hasılat elde etmiştir. David O. Russell (American Hustle, Fighter) gibi birden fazla Oscar ödülüne aday gösterilmiş bir yönetmen tarafından yönetilen filmin başrollerinde Bradley Cooper (Limitless, American Hustle, Hangover) ve Jennifer Lawrence (Hunger Games, X-Men, American Hustle) oynamaktadır. İki oyuncu da En İyi Başrol Oyuncusu Oscarı ödüllerine aday olmuş, Jennifer Lawrence kadınlar arasında ödülü alan isim olmuştur. Bu filmle birlikte En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscarına aday gösterilen Robert De Niro'nun (Godfather Part II, Goodfellas, Raging Bull) yanı sıra, Chris Tucker, Jacki Weaver, Julia Stiles gibi isimler de bu filmde yer almışlardır. Çoğu eleştirmenden olumlu eleştiri alan film, bu kategorideki filmler arasında benim de favori filmlerimden biridir.


   Öncelikle filmin ismi baya bir iddialı... Bize hayatın güzel yanlarını gösterme vaadinde bulunuyor. Filmin ismine bakınca, filmin sonuna bir ışık koyuyoruz ve merak ediyoruz bu ışığın etkisini. Sona yerleştirilen bu umut ışığı insanı eyleme sürükleyen ışıktır. Ancak bir ışığa yönelmek, yönelindiği anda iyi ve kötünün tohumlarını oraya bırakır. Ya gerçekten beklediğimizi alarak mutlu oluruz ya da hayal kırıklığına uğrarız. Her iki ihtimalden sonra da bir başka ışığa yönelir ve hayatımızı hiçbir zaman ulaşamayacağımız bir ışığın peşinde koşarak sürdürürüz. Acaba? Bu büyük ironi, umut ışığımızı yerleştirmeden önce iyinin ve kötünün ötesinde bir hiçlik olarak oldurulmayı bekler. İşte gerçekçilik de burada prim yapar. Işığı küçült der gerçekçilik. Bir de kendine 'gerçekçilik' adını koyma kibrini gösterir. Soluk bir ışığın altında değerler sunar bize. 'Işığı kısık tut ki, karanlıkta kalınca çok korkmayasın' der. Hatta varoluşçular daha da ileri gider ve bize umudu öldürmemizi salık verir. 'Karanlıkta dur, sakın açma gözlerini, öldür umudu, öldür ki umutsuzluk yok olsun.' Varoluşçuluk ironinin kalbindeki hiçliği bulur ve der ki 'varoluş özden önce gelir'. Bu aşamaların sonunda bizi Zerdüşt bekler; 'Ben olmasaydım ey Güneş, neye yarardı ışığın?' der ve ölüme bakıp göz kırpar. Romantizm, bengi dönüşün bir parçasıdır. Büyük umudun göz alıcı ışığında zevkten başımızın döndüğü de olur, korkudan dizimizin titrediği de... Ölmekte olduğumuzu anladığımız an yavaş yavaş ışığı kısarız, koruruz kendimizi, korunacak şeyin kendileştirdiğimiz 'ben' olduğunu düşünürüz. Kısarız ışığı, ta ki karanlıkta kalana kadar. Tam burada kumandanın elinizde olduğunu farkedersiniz. İster bir süpernovaya dönüşür, ister bir cüce olursunuz. Romantizmin güzelliği ikinci baharındadır. Büyük patlamanın ışığında raks ederken bir yandan yaklaşan o zifiri karanlıkla dalga geçer insan. Neyse, çok laga luga yapmadan filmimize dönelim ve ışığımızın parlaklığını ölçelim.

   Pat (Bradley Cooper) bir tarih öğretmenidir ve bir gün eve geldiğinde yerde eşyalar bulur. Eşyalar onu banyoya kadar götürür ve banyoda karısını, aynı okulda görev yapan bir başka tarih öğretmeniyle duşta yakalar. Bu esnada da evlilik şarkıları çalmaktadır ki bu kısım drama eklemek için biraz abartıymış gibi göründü bana. Tabii ki Pat'in psikolojisini en iyi şekilde yansıtmak istemişlerdir daha fazla kişiye hitap etme açısından ama bu kadarı biraz fazla bence. Kadın nasıl bir iblistir ki hem adamı aldatsın, üstüne bir de dalga geçer gibi evlilik şarkılarını açsın. Karanlığı hiçliğe yaklaştıralım ki ışığımız biraz daha parlak görünsün. Neyse, Pat bu sahneyi görünce kendini kaybeder ve adamı öldüresiye döver. Bu olay üzerine, Pat akıl hastesine kapatılır ve sekiz ay burada tedavi altında tutulur. Sekiz ay sonunda eşi Nikki'ye ve okula yüz elli metreden fazla yaklaşmaması koşulu ile hastaneden çıkarılır ve annesi Dolores (Jacki Weaver) tarafından eve getirilir. Pat, hastanede Danny (Chris Tucker) adında bir arkadaş edinir. Yazıyı çok uzatmamak adına Danny'den fazla bahsetmeyeceğim, filmden bahsedelim derken orjinal kitabı geçeceğiz yoksa. Tek söyleyebileceğim şey Danny'den büyük keyif alacağınız...

  Pat'in umut ışığı, hastaneden çıktığında Nikki'dir ve o kadar parlaktır ki, o andan itibaren her şeyini Nikki'yi geri kazanmak için yapacaktır. Eve geldiğinde babası Pat Sr. (Robert De Niro) tarafından biraz çekinceyle karşılanan Pat hemen odasına çekilerek Nikki'nin sevdiği kitapları okumaya koyulur. Bir gece Ernest Hemingway'in Silahlara Veda isimli kitabını okurken kitaptaki karanlık onun umut ışığını öylesine rahatsız eder ki ufaktan bir nöbet geçirir. Kitabı camdan dışarı fırlatmasıyla soluğu annesi ve babasının odasında alır ve gecenin bir yarısı onlara kitaptan ışığının üstüne düşen gölgeyi anlatmaya çalışır.

   Bu arada büyük bir futbol taraftarı olan ve umut ışığını takımının üstünde tutan, ettiği kavgalar dolayısıyla stadyuma alınmayan baba Pat Sr., Pat'in durumu hakkında bize ipuçları verirken film boyunca yaptıklarıyla bize muhteşem bir tragedya sunar. 
   
   Ertesi sabah zar zor terapiye gitmeye ikna olur ve burada da muhteşem terapist Cliff'le tanışacaksınız. Cliff, Pat henüz gelir gelmez onu evlilik şarkılarıyla test eder ancak Pat henüz ışığına çok uzaktadır. Terapi esnasında Cliff, Pat'in yaptıkları için sorumluluğu üstlenmesinin, kendi ışığını kontrol etmesi açısından hayati önem taşıdığını anlatmaya çalışır. Bu bölümde Pat'in itirafları, karısını bastığı an ve sonrası baya bir zorlayacaktır sizi... 

   Pat forma girebilmek için koşmaya başlar ve bir gün koşmak için evden çıkmadan önce babasının totem inancına karşı gelemeyerek yanına oturur ve takımına bir gol attırdıktan sonra koşuya çıkar. Yasaklama emrini çiğneyerek okula uğrar ve sonrasında kardeşi Ronnie (John Ortiz) ile karşılaşır. Evliliğiyle ilgili problemleri ile herhangi bir deliden aşağı kalır yanı olmayan (her insan gibi) Ronnie ve eşi Veronica (Julia Stiles), Pat'i pazar günü için akşam yemeğine davet ederler. Eve döndüğünde, maç esnasında evden çıktıktan sonra maçı kaybettikleri için babası tatlı bir dille Pat'i suçlar. Aldığı davetin sevinciyle telefona sarılan Pat'i babası durdurmaya çalışır. Bu esnada anlayışlı polisimiz gelir ve yine tatlı bir dille Pat'i uyararak polislere karşı bakış açımızı parlak tutmaya çalışarak oradan uzaklaşır. 

   Sonrasında yine bir terapi seansıyla karşı karşıya kalırız. Pat yasağı ihlal ettiği için Cliff tarafından uyarılır ve umudu için strateji belirlemesi salık verilir. Pazar günkü davete kardeşinin aldığı DeSean Jackson formasıyla gitmek istediğini söylediğinde Cliff'in 'DeSean Jackson adamdır' cevabı ve surat ifadesi, filmdeki favori karakter arayışımızda bize yardımcı olacak cinstendir.

   Ve geliyoruz davete... Pat burada Ronnie'nin baldızı Tiffany (Jennifer Lawrence) ile tanışır. Tiffany, polis olan kocasını kaybetmiş ve ciddi bir travma ile başbaşa kalmış bir duldur. İki büyük enkaz karşı karşıya gelir. Buraya kadar bahsettiklerim filmin sadece ilk yirmi dakikası... Karanlıkta karşılaşan iki insanın ışığa doğru ilerleme çabalarının güzelliğini burada harflerle zedelemeyeceğim. Bahsedeceğim son bir bölüm var. Filmin müzikleri zaten çok güzel ancak bir şarkı ve bir sahne var, şu an yazarken bile tüylerimi benden uzaklaştırmaya çalışan, izlemeye doyamadığım, bozulmuş bir bedeni düz kontakla harekete geçiren bir bölüm... Johnny Cash & Bob Dylan düeti ile 'Girl From The North Country' şarkısının çaldığı, en karanlık gözlerde bile bir patlama gerçekleştirebilecek bir bölüm...

   Ben filmi çok çok beğendim. Ancak söylemeliyim ki, karanlığı tanımayanlara göre değil bu film. Göğe kadar uzanacak bir Babil kulesi dikmeye çalışanlar bu filmi izleyip kendi hayal dünyalarında yaşamaya devam edebilirler. Ancak enkazında can çekişmeyi bırakmış, diğer binalara bakarak mütevazi bir ev dikmeye başlamış olanlar, kendi hayalini kendi yarattığını bilenler, kapaksız kocaman bir göze sahip olanlar, bu filmden çok çok ayrı bir keyif alırlar. Hangi tarafta olduğunuzu belirtecek bir soru ile yazıyı noktalayacağım. Cevabı paylaşmak sizin keyfinize...

   Pat'in probleminin sorumlusu veya suçlusu kimdir?
a-) Babası Pat Sr. b-) Nikki  c-) Kendisi  d-) İzleyici  e-)Hamdi Dayı



10 Temmuz 2015 Cuma

Shutter Island, Memento ve Şizofreni

 


    Bir tarafta Teddy Daniels (Shutter Island), bir tarafta Lenny (Memento)... Hakikat merakı olanlar için iki süper kahraman. Öncelikle şu soru sorulmalı: süper kahraman yaşamalı mı? Bu soruya verecek cevap için çok fazla vaktimiz yok açıkçası; bir güç var benim yerime cevap veren, o da kendim... İşte şizofrenin doğuşu!

   An itibariyle istediğimizi olduracak gücümüz var mı? Yoksa olanlar zaten bizim istediklerimiz mi? 'Oldurmak' kavramı zaten olan şeye bir etki olduğunu vurgulayan bir kavram, hakikatin göreli olduğunu vurgulayan... Geçmişi olmayan bir an vardı, geleceği de her zamanki gibi yoktu. O an olmayandı, ölümdü ve bu olmayan süper kahramandı. Teddy Daniels filmin sonunda der ki 'Merak ediyorum hangisi daha kötü olurdu, canavar olarak yaşamaya devam etmek mi yoksa iyi biri olarak ölmek mi?', iyi bir insan olarak ölmeye karar verseydik şu an olur muydu? Olmayan olmayışından başka birini sorumlu tuttu ve bir b ü y ü k  p a t l a m ayla bütün öfkesini kustu! İlk günah artık işlenmişti... Bilgi ağacının meyvesi yenmiş ve o fısıltı duyulmuştu, 'kim?'! Kendi olmayışından kendi sorumlu olmasına rağmen, süper kahramanımız ölümünü araştırmak için kendine bir geçmiş o l d u r d u. Baş gardiyanımızın Teddy Daniels'a insan doğasının şiddetten geldiğini söylemesi bizi Kierkegaard'a götürür. Kierkegaard bağnazlığı över, çünkü en muhteşem kendini aldatma bağnazca bir inanca bağlıdır ve olmayan ilk başta sorumluluktan kaçarak ölümünün sorumluluğunu olanlara atmasaydı şu an rüyasız bir uykudaydık. Belirsizlik ilkesine göre olmayan için olasılıklar sonsuzdur ve olmayan için h e r  ş e y mümkündür. Belleğimde 'geçmiş' olarak adlandırdığım kısım, kendimi o l d u r u r k e n kopya çekebileceğim bir defter... An gelir ve kendim hayatta kalabilmek için, o l a b i l m e k için ne gerekiyorsa onu yapar ve kendine bu eylemini meşrulaştırır. Bu hakikat iyinin ve kötünün ötesinde o l m a y a ndır ve tektir. Burada da yeni bir yalanla karşı karşıyayız, ama bu yalan, h a k i k a t e n yalan; eğer her şey olmayansa, iyi ve kötü diye bir şey yoksa hiçbir şey mümkün değildir! Tek mümkün olan bu andır ve her an ölmeye mahkumdur! Bizler ölümü severiz! Ölümü severek kandırır ve yaşarız! Ölümü sevgiyle cezalandırırız! A n ı severiz! Nietzsche'nin 'kaderini sev' olarak çevirebileceğimiz Amor-Fati kavramı da buradan gelir. Memento filminde Lenny, kendini kurtarabilmek adına kendi yaptıklarını Sammy adındaki uydurma karaktere yükler ve kendini buna inandırır. Teddy de Lenny'ye der: 'Sammy bir dolandırıcı'... Yarattığımız ve k ö t ü dediğimiz şeyler Aden bahçesindeki bir ateşli kılıç gibi tepemizde ve kendimizi korumak için h e r  ş e yi yapmaya hazırız. 


   Hakikat ironiktir, hatta ironinin kendisidir. Sürekli elimizden kayar gider, a n  gibi. Pardon an gibi değil, hakikat andır. Öldürün onu, hemen ardından da onu severek ritüelinizi tamamlayın ve bir sonraki ana geçin. Bazen herkes bir anda size dönüp de 'tamam biz de biliyoruz be kardeşim, oynamaya devam et işte!' diyecekmiş gibi gelmiyor mu size de? Yoksa ben mi şizofrenim? 

24 Mayıs 2015 Pazar

'Sıfır' İkiye Bölünür Mü?

Önsöz

   Bu yazıdaki konu, varlık ve hiçlik gibi iki muğlak kelimenin naçizane bir şekilde matematiksel olarak tasvir edilmesidir. Bilinmelidir ki, anlaşılmayan bir kelime olduğunda, o kelimenin ayrıştırılması yapılmalıdır. Matematiksel olarak sağlama kavramına işaret edilen bu ayrıştırma yapıldığında, o kavramın bende farklı bileşenlere sahip olduğu görülecektir. Bu belki sıkça olabilir, çünkü bu iki kavramın bileşenleri herkeste farklıdır. Zaten yazının da konusu bir nevi bu ayrıştırmanın aydınlığa götürdüğü yoldur. Umarım hoşunuza gider...

***

   1+1=2 'İki'yi bilirsiniz. Çok basit değil mi? Peki '2' nedir desem, bana ne cevap verirsiniz? En baştaki işlem ile mi tarif edersiniz? 2'yi bilmenin tek yolu iki tane biri toplamak mıdır? 6/3 de '2' değil midir? Söylenebilecek tek şey vardır: 2'yi elde etmek için sonsuz işlem vardır, ancak bir tane iki vardır. Her bir kavram tektir, ancak bir çok çeşidi vardır; her çeşidin de kendine ait bir yapısı vardır. Bu çeşitlerden biri için en basit örnek olarak 1+1'i kullanabiliriz. 1+1=2 midir? Her şeyden önce o '1+1'dir. 2'nin biçimi 1'den farklıyken nasıl olur da ikisini bir araya getirdiğimizde farklı bir biçim ortaya çıkar? Çünkü ona o biçimi veren biziz. Bir düşünce olmadan hiçbir şey birbirini imlemez. Peki ya düşünce nedir, onun da bir işlemi var mıdır? Çok az yakından bakalım.
   
   Bu basit matematiği dilde de kullanmıyor muyuz? Örneğin 'mutluluk' kavramının işlemi nedir? Veya 'nefret'? Herkes için farklı bir denklemi işaret etmez mi? İçinde milyonlarca duygunun işlemini barındırmaz mı? Sadece o anda mutluluğu hissederken aklınız daha önceki algılarınız arasından o işlemi tekrarlar. Siz mutluluğun sayılı çözümünü bilirken onun sayısız çözümü vardır. Çözümünüzün ayrıştırmasını yaptığınızda başka birinden farklı duygulanımları kullandığınızı görürsünüz. Ve onların hepsinin ayrı varlıkları vardır; hiçbiri kendisine yetmez, hepsi ayrıştırılabilir. Matematikte de kendisine yeten ancak bir rakam vardır: '0'. Bir tek işlem ile onu elde etmeye çalışabilirsiniz, o da bir sayıyı kendinden çıkararak. '0' (yazıyla sıfır) hiçliktir. Kendinizi kendinizden çıkardığınız anda yok olursunuz. Bahsedebileceğiniz bir şey kalmaz. Biz bu hiçliğe 'sıfır' diyor isek, biz bu hiçliği oldurmuşuzdur. Her işlemin sonucu bir tekliğe işaret eder, ve 'sıfır' hariç her varlık ayrıştırılabilir. Yani hiçbir varlık yoktur ki, tek bir işlemi olsun. Her varlık bir işlem gerektirir. Ayrıştırdığımızda elimize devirli bir sayı bırakan tek bir varlık vardır; o da düşünmektir. İşte düşünmek, bizatihi bu işlemdir. Her bir varlığın arasındaki ilintilemedir. 

   Burada vurgulanmak istenen şudur ki, her bir varlık bir işleme işaret eder ve bu işlemler farklılık gösterir. Sıfıra giden bir işlem hariç bütün işlemler sonsuza kadar yapılabilir ve sonunda hakiki (ayrıştırılamaz) bir sayıya ulaşamazsınız. Her işlem bilinemeyebilir, ancak işlemin işleyişinin 'FARKINDA' olunabilir. Maaleseftir ki mutluluk da kendine yeten bir varlık değildir, onun da bir işlemi vardır ve bir başkasıyla birlikte mutlu olmak için işlemlerin eşleşmesi, yeni bulunan işlemlerin de kendinde güncellenmesi gerekmektedir. Bir başkasıyla mutlu olmak, 'mutluluk' kavramının kendisini birlikte olmaktır. İki kişinin bir kavram altında ikamet etmesidir. Aynı işlemi yapmak, aynı İŞLEM OLMAKTIR. 

      Hiçbir varlık kendine yetemez! İki iş bir arada yapılıyorsa, o iş adı üstünde 'BİR' arada iştir. Olmak bir tekliğe işaret ederken, içinde ikililiği her zaman barındırır. Bizler eğer BİRey isek, birlikte varlıklar olarak bireyiz. Bizler düşünebiliyorsak, tek bir varlık olmadığımız için düşünebiliyoruz. Kavramdan kavrama atlarken (birini olduktan sonra bırakarak diğerine geçerken) birinde kalmadığımız için düşünebiliyoruz. Düşünce olarak bizler olmayanlarız, aynı zamanda da bildiklerimizin tümüyüz. Ego (yani ben) bildiklerimi sahiplenen kendi ise, kendi egomu düzenleyebilirim. Bahsedildiği üzere her şey gibi kendi de tek başına yetemez ve varolmak için (bir olabilmek için) sürekli bir şey ile birlikte olabilir. Kendi 'SIFIR' dır, ego ise 'BİR' olmak ister. Sürekli olarak olmayan, olmak ister. Sıfır, bire doğru atılır durur. Kendi, ancak kendine göre birdir. İki tane kendi de birbirlerine göre bir olabilir, yeter ki işlemler paylaşılsın...


Bir hiçlik gibi görünen kara delik, onun patlayışı ve gözümüzün yapısı belki yazı ile bağlantılıdır, kim bilir? Doğuştan bir taklit yeteneğine mi sahibiz?

16 Mayıs 2015 Cumartesi

Gelecek + geçmiş + an = AN

   


  Bana öyle bir duygulanım söyleyin ki, onu hissetmediğim anda kavrayabileyim, onu hiç hissetmemişken anlayabileyim, hiç hissetmeyeceğimi bilebileyim. Bana bir hakikat söyleyin, söyleyin ki sizinle iyi veya kötü hakkında konuşabileyim, doğru ya da yanlış olduğunu söyleyebileyim. Bana bir duygulanım gösterin; öyle bir duygulanım olsun ki, tersi olmasın, öyle bir duygu olsun ki hissettiğim an geçmiş olmasın, henüz bilmiyorsam gelecek olmasın. O duyguyu bulmaya çalışın, düşünün; öyle bir duygu olsun ki, düşünmüşken de hissedebileyim, düşünecekken de hissedebileyim, düşünür iken değil. Bana bir duygulanım gösterin; öyle bir duygulanım olsun ki hemen o an benim için var olmasın, olmamışlığından bahsedebilelim; öyle bir duygulanım olsun ki, sürekli oluş anından değil, varlığından ve yokluğundan söz edebilelim, söz ederken onun kılığına girmeyelim.
   
   Bana aşktan bahsedin, onu düşünmediğiniz, onu hissetmediğiniz anda da var olabilen bir aşktan. Veya yokluğundan bahsedin, bahsederken onunla ilgili en ufak bir kavram kullanmadan bahsedin. Bana nefretten bahsedin; birinden nefret edişinizden bahsederken o hislere başvurmayalım, veya hiç nefret etmediğinizden bahsederken nefretin yokluğundan söz etmeyelim. 

  Bana bir an gösterin; öyle bir an olsun ki geçmiş ve gelecekle ilgili olmasın ama geçmiş veya gelecekte olalım. Bana öyle bir geçmiş veya gelecek gösterin ki, gösterirken şu an onları var etmeyin, orada olalım ama şu an olmayalım, olmayalım ve düşünmeye devam edebilelim. Bana öyle bir an gösterin ki, şu an olmasın, ya da şu anı öyle bir olun ki, bana geçmiş veya geleceği oldurmasın. 

   Bana bir an gösterin; öyle bir an olsun ki hiçbir şey kullanmayalım, hiçbir tecrübemizi, hiçbir deneyimimizi... Öyle bir an olsun ki sadece sizinle ilgili olsun. Bana kendinizi anlatın, anlatırken başka birinden farklı bir varlık olduğunuzu bileyim. 

   Ya da vazgeçin, geçmişi de geleceği de kullanın ama sahiplenmeyin; istediğiniz kişi olun, o an olun, istediğiniz rolü oynayın, aynı olun, herkes kendi olsun, ya da kendi herkes olsun...

12 Mayıs 2015 Salı

Waking Life - 2001



Film Türü: Animasyon, Drama, Fantastik.
Film Süresi: 99 Dk.

   'Hayata Uyanmak' olarak Türkçeye çevirilen Waking Life filmini Before Sunrise-Sunset-Midnight üçlemesi, Boyhood gibi filmlerin de yönetmeni olan başarılı yönetmen Richard Linklater yönetmiştir. Ethan Hawke (Before Sunrise, Before Sunset, Before Midnight, Boyhood, Gattaca), Julie Delpy (Before Sunrise, Before Sunset, Before Midnight) gibi isimlerin de bulunduğu filmde bir başrol oyuncusundan söz etmek çok zor. Ayrıca Richard Linklater, kızına bu filmde de bir rol vermeyi unutmamış. Alışıldığın dışında bir film ve animasyon olmasına rağmen film türüne 'fantastik' yazarken biraz düşündüm açıkçası. Noah ve Exodus gibi filmler fantastik olarak anılmazken bu filmin ne kadar fantastik olduğu sizlerin takdirine kalmış.

   Öncelikle bu filmi yazıp yazmamak konusunda kararsız kaldığımı belirtmeliyim. Çünkü yazmaya başladığım anda biliyorum ki yapacağım şey, çok güzel bir müziği farklı notalarla anlatmaya çalışmak gibi olacak. Ya da aynı müziğin içindeki birkaç notayı ortaya çıkartacağım ama ortaya çıkan melodi yine tümünden kopuk, garip bir ses olarak kalacak. O yüzden kısa keseceğim. Filmin ilk saniyesinden son saniyesine kadar her an birbirine öyle bağlı ki... Ama tek başına hiçbir anlam ifade etmiyorlar. Her bir sahnenin ölümüne sevinin, çünkü arkasından daha iyisi geliyor. Diğer sahne gelirken heyecanlanın ancak içten içe onun da ölümünü isteyin. Kendinizi kandırın, o anı hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayın. Ancak içten içe ölmeyi isteyin. Bırakın an size hakim olsun, ancak içten içe onu siz yaratın. Çünkü siz ana hakim olmaya kalkarsanız, aynadaki geçmiş ağır gelebilir...

   Filmin ana teması 20. Yüzyılın en önemli felsefe akımlarından olan Varoluşçuluk. Varoluşçuluk, umutsuzluğa yol açtığı gerekçesiyle suçlanır. Ancak Camus der ki: umutu öldürürseniz, umutsuzluk diye bir şey kalmaz. Sartre da herkesin her şeyden sorumlu olduğundan bahseder durur. Her şey! Ağır bir sorumluluk gibi duruyor değil mi? Peki ya her şeyin sorumluluğunu üzerinize aldığınızda sizin için her şeyin mümkün olacağını bilseydiniz? Dostoyevski'nin roman karakteri Ivan Karamazov, fitili bu sözle ateşlemişti, 'Her şey mübahtır'. Gerçekten de hayatlarımızı asgari ücrete satamaz iken, rüyaları bedavaya alabilir miyiz? 

   Bir şey daha var: bittikten sonra sizin zamanınıza sızıyor. Filmi izlerken gerçekten o anı yaşıyorsunuz ancak bittiğinde ölmüyor, sizinle gelmeye devam ediyor. Bunu film kendisi yapmıyor, siz seçiyorsunuz! Bütün özgür iradenizle filmin içine girmeyi de siz seçiyorsunuz, bitince sizinle gelmesini de.  Her şeyi seçtiğiniz gibi... Bu bir büyü ve büyücü olduğunuzu keşfediyorsunuz. İyi seyirler...





Bu Filmi Beğendiyseniz


   Size tavsiye edeceğim film bu sefer farklı bir film. Kendi hayatınız... Rüyalarda buluşmak üzere...

22 Nisan 2015 Çarşamba

BİR KATİLİ ANLAMAK

   ÖNSÖZ

Felsefe yazıları, kendi terminolojisi ve karışık cümleleriyle genelde 'sıkıcı' olarak nitelendirilir. 'İnsanların zaten düşünmekten çekindikleri konular için biraz daha akıcı, biraz daha basit bir dil kullanılamaz mı?' sorusuna cevap vermeye çalıştım. Biraz ordan biraz burdan esinlenerek, biraz uzun da olsa, bazı karışık konuları anlaşılabilir düzeye indirgemeye çalıştım. Aslında bu konu için kısa bile... Hiç değinmediğim ve çok kısa kestiğim konular var çünkü. Başlıkta katilin ne işi var diyebilirsiniz; düşündüm ki, her insan edimini tek bir amaca indirgeyebiliyorsanız ve her insanın eşitliğinden bahsedebiliyorsanız, bir katili de anlayabilirsiniz... 


***

   Her bir an ölmeye mahkûmdur. Ölme şartı ile var olabildiği müddetçe var olma çabasına izin verilir. Var olduğu hemen o anda ölmezse, anlamsız tek bir nota gibi kalacaktır. Müzik, ancak varlığın hiçlikle yaptığı bu anlaşma ile titreşir. Biz, her an var olmaya çalışan hiç mirasları, bu anlaşma olmasa, bilinç dediğimiz ‘var olma çabası’ veya ‘düşünüm müziği’ var olmayı çabalayamayacaktır. Düşünüm gerçekten de bir müzik gibidir, nota ölmeden düşünüm düşünemez. Bir sonraki nota için duyularımız yeterlidir, bu hisler bizi var etmeye yetkin; ancak konu sadece var olmak değil, varlığın yoğunluğu. Yere basıyorum, hissediyorum, evet yere göre varım, gördüklerim de var, peki ya hissetmediğim bu onca şey ne? Ne işe yarar bütün bunlar, nedir bütün gördüklerim? Bana bakıyorlar, görüyorum, evet varım, ama kim/ne o? Varlığımın karşısında kocaman bir tehdit, bir hiç! Onun bilincinden neler geçiyor? O ne yaparsa, ne söylerse o olmalı, çünkü başka referansım yok, mümkün değil! Onun için ben de öyle. 

   Her bir anın ölüşü ve diğerinin doğuşuyla gelen zamansallık esnasında, bu her anın bir foroğrafının çekildiğini düşünelim. Bir tine (bilince) sahip olmayan varlıklar kendindeler, her bir andan diğerine hiçlikle dans etmedikleri için tam olarak bilinebilir, sadece bir nota onlar. Yani bu kendinde varlıklar hakkında kesin bir bilgiye varılabilir. Peki ya insanlar? Bu hiçliği tamamen doyurabilmek için, her ölen anda çalınan notaları bilmemiz, hatta bu hiçlik kaygısını yaşamamak için de arkasından gelecek notaları da bilmemiz gerekir. Diğer insanların hepsinin de ne yapacağını bilmek, yani herkes olmak! Yani hem kendinde varlık gibi yoğun varlık doluluğu olmak, hem de bilinçli olmak. Biraz daha açarsak, bir senfoni olmak isteyen bir tek nota. Evet bu mümkün değil, çünkü bahsettiğimiz gibi bize bu düşünümü sağlayan varlığın sonluluğu. Ancak dilin icadı ile paylaşım potansiyelimizin artışı bize daha çok bilgi, yani varlık sunuyor. Tek isteğimiz hiçlikten uzak olmak, var olmak. Bu amaçla yaptıklarımız ve anlattıklarımızla, başka bilinçler ile birlikte oluşturduğumuz hayatta bir karakter yaratırız. Hayat dediğimiz şey, aşkınlaşmış imlemler bütünüdür, yani; düşünce içeriğimizi (imlemler) dışa vururuz (aşkınlaştırırız) ve dışa vurulduğu an geçmiş olurlar ve başka hafızalarda kendimizi yaratmaya başlamış oluruz. Bahsettiğimiz mümkün olmayan projemizin yerine bu yapıntı benler ile idare ederiz. Buradaki düalizm (ikilik) şu şekilde: kendi-için varlığımız (bilincimiz), başkası-için varlığımız (oluşturduğumuz ‘ben’). Başkaları hiçbir zaman kendi-için varlığıma erişemeyeceğinden, ben bu hayatta, dünya üzerindeki aşkınlaşmış imlemer bütününde başkası-için varlığım ile varım. Bu bahsedilenler hayatta nasıl tezahür ediyor biraz yakından bakalım.

   Küçük bir çocuk olan Soner yoksul bir ailede yetişmektedir. Yaşıtların ve diğer insanların, etrafındaki nesnelere etki ettiklerini gözler. O da kendi gördüğü nesnelerin ne olduğunu merak etmektedir, bu nesnelerdeki hiçlik, onun için sürekli bir kaygıdır. Etki etmek ister, bu nesnelerin dilini öğrenmek ister, bu nesnelerin ne olduğunu deneyimlemek, yani onlara varlık katmak ister. Ancak ailesinin maddi durumu kötüdür ve Soner’e hiçbir şey alamamaktadır. ‘Öğrenci Soner’ sessiz bir çocuktur. Okulda diğer çocuklar futbol konuşurken, O konuşmaya katılamaz, evde televizyon olmadığı için konuşulanlar onun için bir hiçtir. Çocukların beraber oynadıkları şeylerin nasıl oynandığını bilmez, bilse de kötü oynar. 

   Diğer çocukların da farklı bir amacı yoktur, etrafındaki hiçlikleri ‘varlık’ ile doldurarak kaygıdan kurtulmak… Soner de bu şekilde diğer çocuklar için ‘hiç’dir, onlar için bilinmedik bir nesnedir ‘öğrenci Soner’, kaygı kaynağıdır. Bazı durumlarda kaygı unsuru olmasa bile ‘yararsız’dır. Soner’de onlar için hiç varlık yoktur, birbirleri ile beslenirken neden bir hiçlik ile uğraşsınlar ki? Soner bu kadar hiçliğe dayanamaz ve bir gün futbol topu çalar. ‘Hırsız Soner’ olursa yararsızlıktan tam bir kaygı kaynağına dönüşeceğinin farkındadır aslında. Bir tarafta ‘Hırsız Soner’, bir tarafta ‘Futbolcu Soner’… Bu, göze alınacak bir risk gibi görünür. ‘En kötü ihtimal bir topum olur ve oynarım (bir şeye etki ederim, bir nesneye hükmederim)’ diye düşünür. Soner yakalanmaz, topuyla ara sıra oynama fırsatı bulur ve bundan büyük keyif alır. Bir karar vermiştir ve başarılı olmuştur; kendi kararı, özgürce verilmiş, O’nun. Çocukların arasına karışmayı başaramaz. Geçen sefer ki başarısı ve hiçliğin ufak dürtmeleri onu bir hırsızlığa daha motive eder. Amaç çocukların futbol sohbetine katılıp onlarla paylaşımda bulunmak, hem yararsız olmamak hem de onlara karşı duyduğu kaygıyı azaltmak hatta yok etmektir. Televizyon büyük bir hedef olduğundan her gün bir gazete çalmaya karar verir. Her günkü spor haberlerini okuyarak bu amacına ulaşmak istemektedir. Planları istediği gibi yürümez ve bir gün yakalanır. Bu haber çabukça yayılır ve Soner çok geçmeden ‘Hırsız Soner’ olur. Hırsız sıfatı, aşılmış imlemler bütünü diyebileceğimiz, yani bizim için varlık sofrası olan bu hayatta ‘kötü’ olarak nitelendirilir. Hırsızlara bu sofrada yer yoktur. Diğer çocukların aileleri, çocuklarının Soner ile görüşmesini tümden yasaklar. Çocuklar okulda Soner’i hor görmeye ve dışlamaya başlarlar. Soner, hiçliğini daha yoğun bir şekilde iliklerinde hissetmeye başlamıştır ve bu duygu hiç de katlanılabilir bir duygu değildir. Soner’e göre, diğer çocuklar Soner’in hırsız olmasını sağlamıştır, Soner bu kararı vermek zorunda kalmıştır, Soner hiçbir zaman hiç olmak istememiştir. Kararın sorumluluğunu başkalarına atar ve böylece yalanlar zinciri başlar. Sokakta savunmasız bir kediyi severken, hiçliği ona fısıldar ‘işte onlar da bu kedi gibi sana tehdit unsuru oluşturmasa, sen de şimdiki gibi sevecen olurdun’. Tek sorun buydu, ona fırsat verilmemişti, suçlu kendisi değil, diğerleriydi. Kendini bu yalana inandırması, onun agresifleşmesine sebep oldu. Çünkü o kabul etse de etmese de burada ‘Hırsız Soner’di ve aslında bu şahısı o oldurmuştu. 

   Soner bir gün kendisini dışlayan çocuklardan birini okul çıkışında tek yakalayarak döver. Dövdüğü kişi, onu ‘Hırsız Soner’ yapanın sorumlularından biriydi, o sıfatı alması için yaptıklarının kararını verendi sanki. Başkalarına karşı duyduğu kaygıyı inkâr etme cesareti onun öfkesiydi ve öfkesini bu olanların sorumlusuna yöneltmeliydi. Kendine söylediği yalan adeta bir ayna gibi bu öfkeyi başkalarına yansıttı. Diğerleri peki gerçekten suçlu muydu?

   Temel projeden bahsettik, her an başarısızlığa uğramaya mahkûm, ancak ‘razı’ olabileceğimiz başka bir yönelimle doldurma gayretinde olabiliriz. Ben başkaları karşısında kaygı duymak istemiyorum, bunun için her an ne yapacaklarını bilmem gerekiyor ama bu da mümkün değil, yani başkalarının özgür yaratımlarının (Soner’in hırsızlığa karar vermesi gibi) yönelimini bilmek istiyorum; sırf bu kaygımı ortadan kaldırmak için, bilemeyeceğim gerçeğinden ötürü onun edimlerine, ‘bana zarar gelmesin’ ya da ‘daha bilinebilir’ olsun diye sınırlar koyuyorum. Yani ona 'olabileceği' yapıntı bir varlık sunuyorum. 'Sen -Çalışkan İrfan- karakterini oynarsan burada senin seçeneklerin daha az kaygısız olacak.' vaadi, benim kendimi aldatmam için bir teşviktir. Sanki o vaat edilen karakter, bana özgürlüğümün anahtarını veriyormuş gibi. Ancak ben edimlerimin seçimi konusunda zaten özgürüm, özgür olmaya mahkumum, çünkü ben, seçtiklerimim, seçmezsem olamam. Bu karakter olsa olsa, seçeneklerimin bazılarındaki kaygı miktarını değiştirecektir. Ben bu karakteri oynasam da oynamasam da seçimlerimden ben sorumlu olacağım. Çünkü bu vaat bir yandan kulağıma şunu fısıldar: 'Bu karakteri seçmek de senin özgürlüğüne bağlı, seçmeyebilirsin.'

   Bugüne kadar insanlar bu bahsedilenlerin, yani her insanın amacının aynı olduğunu, her edimine yön verdiğini bilmediğinden (bildiğinin bilincinde olmadığından) ötürü, bu amaç ile birbirine zarar vermiştir. Ancak bugün, adına hukuk ve ahlak denilen iki tane (yazılı ve yazısız) kurallar bütünü sayesinde bazı edimlere ‘kötü’, bazı edimlere ‘iyi’ diyoruz. Bu iyi ve kötü nitelemesi sadece bu edimlerin daha önceleri, bütün bu bahsedilenleri bilinçsizce yaparken başka öznelere zarar vermemizden kaynaklandı. ‘Başka birine karşı kaygı duymak istemiyorsunuz ama başkalarının da amacının aynı olduğunun farkında değilsiniz, bunun farkına varana kadar bu yasalara uyacaksınız’ cümlesi, bütün bu kuralların kısaltılmışıdır. Herkesin projesi ortak ise, Ivan Karamazov’un dediği gibi ‘her şey mubahtır’. Tek gereken farkındalık, başkasının özgürlüğünü olumsuz etkilemeden eylemektir. Zaten bunu yapmayan insan kaygılı insandır ve kaygısını gidermenin tek yolu, hiçliklerinin içini deneyimle doldurmaktır, öğrenmektir. Bu başkasının özgürlüğüne etki eden insanları kısıtlar ve dışlarsanız (hırsızlık yapan Soner gibi), onun kaygısı her an birikecek ve belki de bir katile dönüşecektir. Her ne kadar bu insanlar bizim için kaygı kaynağı iselerse de biz bunun bilincinde olan insanlar olarak, öfkeli insanın varlığa aç, varlık dilenen bir insan olduğunu bilmemiz gerekmektedir. Kaygılı insanın öfkesine aynı şekilde karşılık vermek basit bir dalga teoreminde olduğu gibi toplumdaki hiçliği büyütecek ve bütün bu bahsedilenlerin geçersiz olduğu yalanına bizi yaklaştıracaktır. Başkaları için kaygı kaynağı olduğumuz sürece ve bütün bu bahsedilenler öğretilmediği sürece, her insan kendi özgür kararlarının sorumluluğunu, kaygı kaynağı olan başkalarına, onların her yerde farklı şekilde oluşturduğu normlara (iyi ve kötülere) ve genel olarak sisteme atacaktır. Yani insanı kısıtlamak kendini aldatmaya teşvikse, bir insana 'zayıf kişilikli' muamelesi yapmak, onu gerçekten 'zayıf kişilikli' yapmaya yardımcı olacaktır.

   İnsanın hiçbir edimi yoktur ki kaygısını gidermek, varlıkla beslenmek için olmasın. Kimse başkasının kendi-için varlığında yani öznesinde özne olamayacağı için her insan bir diğeri için sadece geçmişten bir hatıra imgesi ve gelecek için bir varlık fırsatıdır. Örneklendirecek olursak: ben birini ‘sevdiğimi’ iddia ediyorsam, o kişi benim geçmişte kaygılarımı aşmama yardım etmiştir ve gelecekte kaygılarımı yok etme projemde bana yardımcı olacağını düşünüyorumdur. Onu gördüğümde içinde doğan mutluluk geçmişteki yaşadığım kaygısız günlerin imlemi ve gelecekte de ne yapabileceğini aşağı yukarı kestirmemdir. Yani onun benim-için varlığının kendisi-için olan varlığına yakın olmasıdır, ben onun aklından geçenleri aşağı yukarı tahmin ediyorumdur. Mutluluk ise, önümdeki seçeneklerdeki (kaygıyı yok etmek adına) kaygı miktarının azlığıdır. Yani; ‘Ben bunları yapmak istiyorum ama kimse bunu ‘kötü’ olarak yorumlamaz ve ben (oluşturduğum yapıntı ben, başkası-için ben), onların imkanları (seçenekleri) arasında bir tehdit olarak yer almam, her şeyi yapabilirim.’. 

   En büyük yanılgı, bize başkası için özel olabileceğimiz vaadedilmiştir. Yani bir başkası kendi kaygısını düşünmeden yani kendi varlık karını düşünmeden sadece benim için bir şey yapabilirmiş gibi. Bir insanın sadece kendi çıkarı için edimlerde bulunmasına bencillik diyorlar; sadece başkalarının yararına davranmasına da özgecilik veya diğerkamlık. Eğer benim mutluluğum etrafımdaki hiçlikleri doldurabildiğim varlık miktarı ise ve bu dünyada kendi oluşturduğum başkası-için varlığımla var isem ben bu varlığı öyle oluşturmalıyım ki kimse bana karşı kaygı duymasın ve benim önümdeki seçenekler de kaygıdan uzak olsun. Yani ben kimseye tehdit oluşturmamalıyım, özgeci olmalıyım. Özgecilik göründüğü üzere süper-bencilliktir. Süper-bencillik ise şu demektir: insan edimleri tek bir amaca indirgeniyor ise (hiçliğini besleme) ve bunun için ona kaygı unsuru oluşturan olguları deneyimle doldurmasından başka çaresi yok ise, doğduğu ilk andan itibaren karşısına çıkan deneyim fırsatlarını en azından önemli bir zamana kadar bilinçsizce seçiyor ise ve kendi oluşturduğu kişiliğe etki eden genleri de şansa elde etmiş ise, birimizin diğerinden ne farkı kalıyor? Nerede iyi ile kötü? Zaten bu amaca hizmet etmeyen bir insan kendini aldatıyor ve kaygısı bol bir insandır. Bu özdeşliğe sahip olduğunu bilen insana hangi insan ‘yararsız’ gelebilir? Bencil insan ‘Ben İrfan’ım’ derken süper-bencil insan ‘Ben İnsanım’ der. O yüzden Machiavelli’i yargılarken bir kez daha düşünmek gerekli diye düşünüyorum.

   Gelelim Soner’e… Diğer çocuklar da tabii ki Soner’in amacının da kendilerininkiyle eş olduklarının farkında değildir. Soner’in onlar için yararsızlığının, onlara ilerde bir tehdit unsuru olacağını düşünemediler. ‘Nasıl olsa yararsız, neden aramıza alalım?’ düşüncesi zamanla Soner’in kendini aldatmasına (hırsızlık kararının sorumlusu ben değilim), onlar için bir kaygı kaynağına dönüşmesine sebep oldu. Onlara ailede ya da okulda öğretilen ‘hırsız kötüdür’ kavramı, ‘hırsızla muhatap olma’ talimatları, hırsıza ilgi gösterdiği takdirde bir dışlanma kaygısına yol açtı. Çocuklar da Soner’le görüşmemeyi veya Soner’i dışlamayı seçerken seçeneklerine baktılar: Soner’e acıyan, anlamaya çalışan çocuğun önünde bile bir kaygılı seçenek var; ‘Soner’le konuşursam ailem ne der, arkadaşlarım ne der?’, Soner’i görmezden gelip küçük bir kaygıyı göze almak daha mantıklı gelmiştir onlara. Belki de Soner’in ileride bir katil olup onları öldürme, tamamen hiçliğin kucağına atma tehlikesini göremediler. Ama bu demek olmuyor ki onların bu kararını başkası veriyor, kararı özgür iradeleriyle yine çocuklar veriyor ancak ortadaki aşkın imlemler bütünü, yani bizim her an oluşturduğumuz ahlak sisteminden hukuk sistemine kadar nesneleştirdiğimiz her olgu o kadar etkin gözüküyor ki, insan karar verirken bu kararın sorumluluğundan kolayca kaçabiliyor. Bir kendini aldatma daha… Sanki o kararı o vermemiş de başkası vermiş gibi, sanki biri onun yerine karar verebilirmiş gibi (kişi kendisinin yerine başkasının karar vermesine de karar verebilir), sanki herhangi biri, başkası için bir şey yapabilirmiş gibi. Verdiğimiz her karardan biz sorumluyuz, önümüzdeki kaygı içeren seçeneklere rağmen. Yani oluşturduğumuz başkası-için varlığımızdan biz sorumluyuz ama temeli biz değiliz. Biz savunmamızı okuruz, yargıya onlar varır. Temel projemizi gerçekleştirmek imkansız ancak başkası-için varlığımıza razı olmak zorundayız. Şu an bütün bunların bilincinde (konuşlandırıcı-bilincinde) olan insan az olduğu için ‘razı’ oluyoruz. Şu an Sartre’ın dediği gibi gerçekten ‘Başkaları Cehennem’. Ne zamanki projemizin imkansızlığını kabul ederiz, yani hayali bir intihar gerçekleştiririz, o zaman başkaları cennet olur. Camus, ‘absürd’ olarak adlandırdığı bu yaşamı kabullenişinden bahsederken şöyle der: 'Umudu yok etmek umutsuzluğu getirmez'. Bu durumumuza alternatif olarak düşündüğümüz her şey, her umut bir ölümsüzlük projesidir, o yüzden bu hayali intihar, ‘absürd’ün kabullenişi gereklidir. Yok edin bütün umutları, sonsuz yaşam projelerinin bireyselliği fantezisinden vazgeçin, burdayız işte, bizi biz yapan sonluluğumuzdur… Evet! Her insan, herkes karşısında, her şeyden sorumludur!

NOT: Kesinlikle katilliğin maddi yoksunlukla hiçbir ilgisi yoktur. Verilen örnek sadece konuyu açıklayabilmek amaçlıdır. Her şeyin mübah olduğu bu dünyada kimse katil olmak istemez, meğer ki hiyerarşinin pırlanta maskesi yüzünü gösterip eşitliğe çomak soksun...

16 Nisan 2015 Perşembe

Cenazeden Gelen Tehdit

 



   Ayağımın altından toprak kayalı çok olmamış, vücudumun yarısı boşlukta sallanırken, onun gelmeyişi aşağıdan bana bakıyor. İki elimle son anda yakalamışım kayayı; kendimi özel hissetme fırsatı, kaslarımdaki, beni yukarı çekecek gücü emiyor, onu bekliyorum... Sonra onu düşünüyorum; beklentinin o rahatsız edici çekim gücü, onu eğlencenin hiçlikle buluştuğu yere, bu cenazeye çekiyor. Kaygı, tanımadığı bu cesetle beraber gömülen ben parçalarından ona kadar ulaşıyor.

   'Arkadaşının yakını ölmüşse, cenazede yanında bulunulmalı' cümlesindeki yapıntı benin etkisinden bir süreliğine çıkarak, -en azından- bu kalıba 'neden?' sorusunu soracak cesareti toplayabilir misin? Bir kere olsun bir olguya hazır olan değil de, kendi benini katabilir misin ? Bana öyle bir sebep söyle ki, kendimi özel hissedeyim, öyle bir sebep söyle ve diğerkamlığa inandır beni. Buraya gelmediğinde kaybedeceklerini düşünmeden, sadece ve sadece benim için geleceğini gösteren bir sebep... Ama n'olur sorgulamayı bırakma, içindeki hiçlik, seni en indirgenebilir noktaya ulaştıracak. Sorgula! Özelmiş gibi değil, bir hiçmiş gibi sorgula. İhtiyacım olan güç, özel olduğum yalanı mı, yoksa sıradanlığımın bulantısı mı ? Beklenti bir tehdit mi, imzalanmış bir sözleşme mi? Özgürlüğümüzü yalanlara mı sattık? Neden gelsindi ki? Kim vaad etmişti bana (özel) olmayı?



26 Mart 2015 Perşembe

YABANCI

   Bu kısa düz yazı, iki film ve bir kitaptan esinlenerek yazılmıştır; yabancılaşmayı muhteşem bir şekilde ele alan (en iyi şekilde dersek Albert Camus'ya ayıp olur) üç eser: Türkçe'ye -Can Dostum- olarak çevirilen 'Good Will Hunting', 'Şiddetin Tarihçesi' (A History of Violence) ve Franz Kafka'nın 'Dönüşüm' isimli kitabı. Şimdi bu eserlere spoiler vermeden biraz yakından bakalım.

Good Will Hunting



   Film Türü: Drama.
   Film Süresi: 126 dk.

   1997 yapımı olan 'Good Will Hunting', Matt Damon (Saving Private Ryan, The Departed, The Bourne Identity) ve Ben Affleck'in (Argo, Gone Girl) Hollywood'daki varoluşunu temsil eder. Bu ikili filmin senaryosunu yazmış, Gus Van Sant yönetmiştir. 'En İyi Senaryo' ve 'En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu' dallarında Oscar ödülü kazanan film, 10 milyon $ bütçe ile çekilmiş, 225 milyon $ hasılat elde etmiştir. Oscar ödülünü alan yardımcı oyuncumuz da yakın zamanda intihar eden Robin Williams (What Dreams May Come, Dead Poets Society, Jumanji).
   
   Will doğuştan bir matematik dehasıdır. Temizlik görevlisi olarak çalıştığı okulda gizliden gizliye kimsenin çözemediği matematik problemlerini çözerken yakalanır. Kendisini yakalayan profesör, Will'in deha olduğu kadar problemli olduğunu hemen farkeder ve Will'in psikolojik yardım alabilmesi için arayışlara başlar. Will'in yardım alması, dolaylı yoldan profesörün de yardım almasıdır..

A History of Violence




   Film Türü: Drama, Gerilim.
   Film Süresi : 96 Dk.

   Filmlerini beğeniyle izlediğim yönetmen David Cronenberg'in (eXistenZ, The Fly) yönettiği film 2005 yılında 32 milyon $ bütçe ile yapılmış, 60 milyon $ hasılat elde etmiştir. Başrollerinde Viggo Mortensen (Lord of the Rings, The Road, Eastern Promises), Ed Harris (A Beautiful Mind, The Rock, Gravity) ve Maria Bello (Prisoners, Secret Window) oynamaktadır. 

   Sıradan bir aile babası olan Tom Stall, mutlu bir hayat sürmektedir; ta ki bir gün çalıştığı kafeye bir akşam iki tane suçlu gelene kadar.. Gelen suçluları dükkanında öldüren Tom, yerel basında halk kahramanı ilan edilir. Tam da olay geçti derken Tom'u, kendisine 'Joey' diye hitap eden yabancılar ziyaret eder ve olay ilginçleşmeye başlar.

Dönüşüm




   Çek asıllı bir hukukçu olan ve varoluşçu yazarlar arasında kabul edilen Franz Kafka'nın (1883-1924) en ünlü romanlarından biri olan 'Dönüşüm' 100 sayfa civarında (civarı diyorum çünkü her çeviride farklı sayfa sayısına sahip). Hayatı boyunca babasıyla problemler yaşamış olan Kafka'nın diğer eserlerinde de yabancılaşma teması gözümüze çarpmaktadır. Okurken yavaş yavaş sizi etkisine alan bu roman, bittikten sonra da kafanızın bir köşesinde ikamet etmeye devam ediyor. Bu kitap için düşüncelerimi yazmaya kalkarsam ayrı bir yazı yazmam gerekeceğinden kitabın çok kısa özetini yorum katmadan sizlerle paylaşıyorum.
   
   Gregor Samsa, bir sabah uyandığında dev bir böceğe dönüşmüş olduğunu farkeder. Değişen sadece fiziksel özellikleridir, ancak bu değişim, etrafındakilerin ona karşı olan tutumunu değiştirmeye pekala yetecektir.

YABANCI



   Ve işte konuşuyor, kulağımda titreşen sesi beni bedenimden uzaklara itiyor, beni artık temsil etmeyen bu et yığınına bakıyorum, kim bu ? Bana benziyor, ama bu dil gerçekten bana mı hitap ediyor ? Ona yaptıklarımı anlatsam, veya yaşadıklarımı, Gregor Samsa gibi böceğe dönüşür müyüm ? Yoruldum artık bu rolünü oynadığım kişiden, sadece olmak istiyorum; ne isem o olmak istiyorum... Mümkün mü bu ? Aynı yolda farklı amaçlar; yoksa aynı mı ? Korkuyorum, öfkem de bunu inkar ediş yöntemim, aslında dilenen aç bir yetimden hiçbir farkım yok, varlık dileniyorum. Rol dediğim bu kalkan artık bana ağır geliyor, taşıyamıyorum. Atsam, atamam da; bu yapıntıyı bakışlarda görebiliyorum, ben yaptım onu, ben ! Arkasında gizleniyorum, biraz varlık sızmıyor aradan, git gide yok oluyorum. Ne kadar iyi bir insan olurdum aslında beni affetseydiniz, 'sorun yok, geçti artık, indir şu kalkanı' deseydiniz. Bir kaç kere buna benzer bir mırıltı gelir gibi olmadı değil hani; usulca yaklaştılar, kollarım titriyordu, yavaştan indirdim kalkanı, karşımdaki gözlerin derinliklerindeki tezahürüm umuttu, ben umuttum, ama onlar hiçliğim karşısında dehşete kapıldılar, karınları toktu, aç kalmayı göze alamadılar, koşarak uzaklaştılar. Onlar kaçarken farkettim üzerlerindeki ağırlığı, kaçarken bile bırakmaktan korktukları kalkanlarını, gülsem mi ağlasam mı bilemedim, ironik.. Zaten iyinin ve kötünün ötesindeki bu aşkınlaşmış imlemler bütünü bir ironi değil de ne ?