27 Aralık 2014 Cumartesi

Varoluşun Evrimi





  İnsan, özgür olmak için hangi tabuyu yıkması gerekir ve insan neden özgür olması gerekir ? Nedir tabu ? Wilhelm Wundt tabuları, insanlığın yazıya geçmemiş en eski kodeksi (yasalar topluluğu) diye tanımlar. Peki biz hangi tabudan bahsediyoruz ?
   Öncelikle 'insan nasıl bir varlıktır ?' gibi bir ontolojik konu üzerinden yola çıkmam gerekir ki, bu konuya tam girmeden, yüzeysel bir geçiş yaparak yazıma başlayacağım: insan; dünyaya bırakılmış bir varlıktır, var olur, ondan sonra tanımlanıp belirlenir, özünü ortaya çıkarır (J.P. Sartre -Varoluşçuluk). Peki insanın dünyaya nasıl bir etkisi vardır ve burada dünya derken neyi kastediyoruz ? Dünya derken kastettiğimiz şey, bir değerler kümesidir, yani soyut bir kavramdır, hayatlar bütünüdür. İnsan ise, bu değerler kümesi içinde bir altkümedir ve her ediminde bu değerlerin devinimine etki eder. Anlatmaya çalıştığım şeyi yine Sartre'ın güzel birkaç cümlesiyle örneklendirebilirim; Birinin bana dostluk beslediğine inanırım. Buna iyi niyetle inanırım ve bu konuda apaçık bir görüye sahip değilim, çünkü konunun kendisi, doğası gereği kendini görüye vermez. Buna inanırım, yani kendimi güvenden kaynaklanan itkilerin akışına bırakırım, buna inanmaya ve bu konudaki kararlılığımı sürdürmeye karar veririm, nihayet sanki bundan eminmişim gibi davranırım, bütün bunları aynı tavrın sentetik birliği içinde yaparım (J.P.Sartre - Varlık ve Hiçlik). Yani güvenmeye inanarak başlarım, inanmaya da inanmak isteyerek başlarım. İki kişi arasındaki ilk güvenme hissi, bir inanma edimi ile başlar; durduk yere, bilmediğim bir şeye inanarak güven yaratırım. İki kişiden ikisi de bu edimi diğerinden beklerse, 'güven' kavramı iki kişi için de olumsuzlanarak bir hiçlik içinde kaybolacaktır.
   İnsanın içgüdüsel ilk amacı nedir ve bunun için ne yapar ? Hayatta kalma içgüdüsünü (varoluşunu sürdürme -doğal seçilim) bir kenara bırakırsak, insan mutlu olmak ister, haz almak ister. Peki bu duyguyu gerçekten nasıl yaşayabilir ? Ancak özgür olarak...
   Kant, insan bir metafizik varlığa sahipse, onun da 'içindeki ahlak yasası' olduğunu söyler. Bunun için bilinç, vicdan, yargıç gibi kavramları da kullanabiliriz. Ben 'yargıç' kelimesini kullanmayı tercih edeceğim. Ne yapar bu yargıç ? Kant'ın söylediğine göre; mutluluğa ulaşmak için, olup bitendeki bağlar ve yasalardan yararlanarak, en doğru yolu bulmaya çalışır ve bize sürekli 'yapmalısın' komutu ile kendini hissettirir. Dostoyevski'nin Raskolnikov'u, her ne kadar bir roman karakteri de olsa bizim için bu konuda güzel bir örnek. Freud'un 'Oedipus Kompleksi' teorisinden de bir örnek verebiliriz; çocukluğunda bilinçdışında annesine karşı duyduğu cinsel dürtülerden ötürü babasını öldürmeyi bir an olsun aklından geçiren çocuk, bu düşüncesinden ötürü, çoğu edimini kendisini cezalandırmak üzere gerçekleştirir. Bu insanların geri kalan yaşamlarında bu suçundan arınana kadar suçluluk duygusunu başka algı ve olgulara kaydırdığını görürüz.
   Peki iki sorum olacak; insanın sorumlu olduğu bir işi, başka bir insan ya da başka bir varlık üstlenir ve 'bunu ben yaparım' dediğinde, ilk bahsettiğimiz insan, kendini o iş üstünde sorumlu hisseder mi ? İkincisi de; insan bilmediği şeyden sorumlu olabilir mi ?
   İlk sorunun cevabı konusunda benim öznel görüşüm, insanın kendini sorumlu hissetmeyeceği yönünde. Sizin için kararlar ve cezalar veren bir değerler bütünü içinde yaşıyorsanız ve her ediminizin, karşınızdaki insan varlığının bilincinde bir değer yarattığının veya mevcut olan değeri sizin ediminiz karşısında hissettikleriyle karşılaştırarak güncellediğinin farkında değilseniz, yarattığınız değerlerden ne derece sorumlu olursunuz ? Bu ortaya çıkan ironi ile sormuş olduğum ikinci soruya da bir bakıma cevap vermiş oldum sanırım...
   İnsan, hayatını farkında olmadan yaratmış olduğu bu değerler bütününe göre konumlanarak yaşar; o yüzden her insan herkes karşısında, bildiği her şeyden dolaysız, bilmediği her şeyden de dolaylı yoldan sorumludur
   Bir insana bir şey anlatırken, bu sorumluluğun farkında biri olarak, evrensel mutluluğa yani evrensel özgürlüğe katkıda bulunabilmem için nasıl bir yöntem izlemeliyim ? Herhalde daha muhteşem bir örneğe sahip olamayız: Mahatma Gandhi.. Bu insan, pasifizm adı verilen akım ile Hindistan'a bağımsızlığını kazandırdı. Kendisinin neler yaptığını burada yazmayacak ve size kendisi hakkında araştırma yapmayı tavsiye edeceğim. Kısaca belirteceğim şey; pasifizm, uyuşmazlıkların çözümü ya da çıkar sağlama aracı olarak savaşa ve şiddete karşı olmak demektir. Peki bu yöntem neden kullanılmalıdır ?
   Bir insan, başka biriyle diyalog halinde iken, o kişinin ağzından çıkan sözler bütününe tam anlamıyla konsantre olabilmesi için, o sözler bütünü üzerinde bir yargıya varma, o sözler bütününü anlamlandırma konusunda tam yetkiyi kendinde bulmak, yani tam anlamıyla özgür hissetmek ister. Yani karşınızdakinin sizin ağzınızdan çıkanlara nesnel bir yaklaşım sergileyebilmesi için, kendisini tehdit altında hissetmemesi (yargılanmadığını hissetmesi) gerekir. Ne karşısında tehdit ? Senin yargıcın karşısında tabii ki..
   Burdan itibaren sana 'sen' diye hitap edeceğim, umarım kusuruma bakmazsın, çünkü okurken yavaş yavaş maskeni çıkardığını gördüm. Korkma artık.. Neden maske taktığını biliyorum, hayatta kalmak istiyorsun (var olduğunu bilmek istiyorsun ve bunun için ikinci bir bilincin varlığına ihtiyacın var) ve bunun için maskeler ürettin; kendi varlığını hissetmeye başka bir bilince gittin ama onun da aynı amaçla sana geldiğini bilmiyordun; onun da özgür bir birey olduğunu düşünemedin, kendi özgürlüğünü sadece kendi hayatında yakalarsın zannettin... Sorun yok, istiyorsan yine tak, ben yine de takmayacağım; çünkü biliyorum ki ikimiz de birbirimizden beklersek maske iyice suratımıza yapışacak, ve yine biliyorum ki özgür bir hayata sahip olmak istiyorsam, bütün hayatları özgür bırakmak zorundayım ! Ne kadar ironik değil mi ? Mutlu olmak için maske üretip durduk, meğer ancak maskesiz mutlu olabiliyormuşuz..  Hayır ironik değil ! İkisi çok farklı şeyler çünkü; maskesiz halimin işlev görebilmesi için (beni mutlu edebilmesi için) bu kadar süre zarfı boyunca değişik maskeler takıp çıkarmam gerekiyor, çünkü maskesiz yüzüm kendini gerçekleştirmek için (maskesiz de hayatta kalabilmek, var olabilmek -bu sefer gerçek anlamda- için) bu maskelere muhtaç. Nietzsche'nin meşhur 'insan, aşılması gereken bir varlıktır' cümlesi de burdan geliyor. Burada son küçük bir hile var: bu maskeyi aştığınız zaman kendinizi diğer maskelilerden üstün gördüğünüz an... O zaman anlamalı ki, çıkartılacak bir maske daha var...
   İnsan evriminin ilk basamağında fiziksel olarak hayatta kalmaya çalıştı, sadece hayatta olmak onu tatmin etmedi, bunun için (fiziksel-biyolojik ihtiyaçlarını karşılamak için) makinalar üretip kendine boş vakit oluşturdu. Ancak mutluluğa kavuşmak için boş vakit oluşturmaya çalıştığını bilse de, 'nasıl ?' sorusunun cevabını arıyordu. Bilinçte -yaşama sebebi- bölümündeki boşluk, doldurulması gerekti. Kendi ürettiği-yarattığı maddelere hayran oldu ve o boşluğu onlarla doldurabileceğini sandı, yine umduğunu bulamadı.. Ve evrim devam ediyor, insan o boşluğu doldurmaya çalışıyor. Bu yaratılan değerler dünyasında, bugüne kadar takmış oldukları maskelerden umudu kesen, maskeyi çıkarınca hayatta kalamayacağını (bu sefer -mutlu olamayacağını- anlamında) düşünen insan varlığı da son bir maske olarak düşündüğü, kendi yarattığı soyut kavramlar maskesine sıkıca sarılıyor, altın vuruş... Diğer bir yandan da mevcut maskesiyle çok mutlu olduğunu düşünen insan varlığı da, doyuma ulaşınca o diğer son bir maskeye güveniyor. Bu maske bağımlılığının sonunu görebiliyorum sanki: bundan uzun zaman sonra insan bunları da çözmüş, şimdiki zamanları da aynı ilkel kabileleri şu an işlediği gibi işliyor, insanın kendi oluşturduğu tabuları yine kendi yıkarak nasıl mutluluğa ulaştığına bakıyor...
   Yazımın sonuna geldim; umuyorum ki kafamdakileri, kafamda olduğu haliyle size aktarabilmişimdir. Çünkü biliyorum ki bu kafamdakiler sizde de bende var olduğu gibi var olursa ancak bu boşluğu doldurabiliriz. Unutmayın; yedi milyar maske olabilir, ancak bir tane ben var...


Metallica - Turn The Page (1998)

24 Kasım 2014 Pazartesi

DUVAR




   Kim olduğumu soranlar oluyor; işte burda başlıyor kafam karışmaya. -Cidden kim olduğumu mu merak ediyorlar acaba ?- diye merak ediyorum. Ne yapacaklar ki kim olduğumu ? Varoluş sınırları için bir deneme... Ne lazım onlara, neyleri eksik ? Evet evet, 'ne' lazım; 'kim' değil. 'Kim' kelimesi bir öznelik gerektirir, oysa dünyada sadece bir tane 'ben' var. O yüzden bırakalım benim kim olduğumu, o çünkü bir tek 'bana' lazım.

   Neler olmadım ki bugüne kadar ? Bir babanın soyu, bir ananın vefat eden kardeşi, bir kadının kocasına duyduğu öfke, bir antrenörün egosu, bir kızın içinde artan, kullanamadığı sevgisi, okulda sıradan bir çocuğun evde korktuğu babası, bir minibüs şöförünün sevmediği burjuva komşusu, bir ergenin aynası ve daha sınırsız 'şey'... Hangi tecrübesiyim ben onların, hangi 'sosyal değer' im ?

   Bir enkazdır 'ben', çocukluktan kalan bir enkaz... Her insan edimi bir hatıranın imgesi, bir travması; her 'güzellik', bir eksiklik... O küçük ellerimizle dikemediğimiz binamızı, tamamen bilinçsizce dikmeye başlarlar. Ah, farkında değillerdir ki; sadece kendi binalarından sorumlu olduklarını zannederler. Olur olmadık yerlere tuğlalar koyar; hoşuna giden yerleri sağlamlaştırır, hoşuna gitmeyenleri öylece bırakırlar. Ve 'SEN' ! Evet 'BANA' diyorum, binanı yapanın ben olmadığımı anladığım anda ancak 'BEN' olabilirim. Ve ben biliyorum, beni gören her insanın binasından sorumlu olduğumu biliyorum. Bunu bilmeyeni nasıl sorumlu tutabilirim ?

   Başkasının çürük bir kolonu, en büyük ego ilacıdır bilmeyenin. 'O' nun çürük kolonuna kat çıktıkça çıkarlar, bu kadar malzemeyi de çürük temellerinden getirirler; kendilerinin atmadığı çürük temellerinden. Evet, ancak bunu bilen bir insan hem kendi binasından, hem de başkalarının binasından sorumlu olabilir; bu sorumluluğun farkında varanın temeli çürükse, yıkım kaçınılmaz, çok ağır bu yük. 'Ben' olmanın, özgür olmanın bedeli, her an aşmaktır nihilizmi. Hoşçakalın, müteahhitler...



John Lennon - Working Class Hero

1 Ekim 2014 Çarşamba

GÜNAYDIN

Önsöz


   Bu yazıyı, bir önceki -insan- isimli yazımın bir eki olarak sunuyorum size. Burada bazı sorularınız havada kalır ise, -insan- isimli yazımın bu havada kalabilme ihtimali olan bazı soruları cevaplayabileceğini düşünüyorum. 'Deneme sürümü' olarak gördüğüm bu yazıları, olabildiğince kısa ve anlaşılabilir yazmaya çalışıyorum ki, sizlere daha kolay ulaşabileyim, ulaşabileyim ki bir işe yarayabileyim :)

***

Merhaba; ben bir düz yazıyım, sizin kadar şanslı değilim, varlığım insanlara bağlı, okundukça var olacağım. Ancak siz yaratıcılar, yarattığının farkında olmayanlar; var olanlar ve var edenler, sizin varlığınız bana bağlı değil. Ah uyurgezerler, varoluşunuzun çalar saati olmama izin verir misiniz ? Çünkü siz ne olmama izin verirseniz, ancak o olabilirim ben.

***


   İyiyim diyorlar; iyi insana iyi olmak mıdır iyilik ? Hayır sözcüğünün yardımını alırım ben insan varlığını tanımaya çalışırken. Ona yanlış gelen bir şeyi açıklarken kullandığı hayır ile, çok istekli birinin ettiği bir teklifi geri çevirmek durumunda kaldığı zamanlar kullandığı hayır ile; ya da çok sinirliyken cevap olarak aldığı hayır ile, yine çok hevesliyken cevap olarak aldığı hayır ile; nasıl bir insan oluyorsun o zaman, ben o zaman anlarım sen nasıl bir kişiliksin. Çok kolay bu insan kostümünü kullanmak şiddetli duygulara sahip olmadığında, maske var o zamanlar senin suratında.
   Çok sinirliyken ya da heyecanlıyken, acele bir iş yapmaya çalışırken, zannedersin herkes sana hizmet etmek için bekler. Öyle  değilse de öyle olmalı ! Onlar nasıl da anlamaz benim halimden, acelem var benim, sinirliyim ben ! Katılmıyorum sana malesef güzel kardeşim benim, haydi gel benim hayırımla tanış, bakalım bu hayıra nasıl tepki vereceksin ? Diğerleri de boğuşuyor bu insan kostümü ile, nereden bilebilirsin ki konuştuğun insanın halini ? Belki aldığı bir haberden ötürü kendini kötü hissediyordur, belki de onun da acelesi var ? Belki de senin agresif tavırların onda panik oluşturuyordur güzel kardeşim, belki aynı senin hissettiğin gibi hissediyordur o da, yok mu hiç böyle bir ihtimal ? 'Tabii ki var canım olmaz mı ?' diyorsun şimdi değil mi ? Şu anda masken var yüzünde güzel kardeşim benim, masken düştüğünde isterim ben bunları düşünmeni. Evet çok zor oluyor bazı zamanlar biliyorum, kalbin daha hızlı çarparken maske düşmek, kostüm de haykırmak ister 'BEN' !!! Mantıklı gelmez sana onun 'hayır' bahanesi, bağırmaya devam ediyor kostümün 'BEN' !! Ama bir tane 'BEN' diye haykıran yok güzel kardeşim benim, milyonlarca, milyarlarca var. Haydi git havaalanında işe başla, aceleyle koşuşturan çeşit çeşit insanlara, uçağını kaçırdığını söyle; istersen onları orda anlamaya çalış, istersen kavga et onlarla; sen karar ver nasıl karlı çıkacağına. Veya evlere motorsikletle yemek götür bakalım, limitli zamanınla, götürürken seni yavaşlatan her maddenin üstündeki hayır yazısıyla yüzleş bakalım, belki o zaman değişirsin. Her şeyin pozitif olanını istersin, bilmezsin ki negatifi olmadan pozitifi de var olamaz hiçbirşeyin. Çıkar maskeni güzel kardeşim; öp o hayırı, kucakla, çünkü onu sevmezsen sen, şımarık, memnuniyetsiz, mutsuz bir insan olacaksın; kendini sevdiğini zannedeceksin, aynadaki kocaman hayır yazısını görmezden geleceksin ama malesef güzel kardeşim, ne kendini ne de bir başkasını sevemeyeceksin, mutsuz olacaksın. Ben hayırım; her yerdeyim güzel kardeşim, ister sev ister sevme beni ama varım ben, sen var ettin beni. Ben olmazsam zannediyor musun ki evet mutlu edebilir seni ? Kabullen beni, kabullen ki mutlu ol canım kardeşim; şimdi tekrar soruyorum, izin verir misin çalar saatin olayım ? Ama bu sefer erteleme beni, uyan artık canım kardeşim, lütfen uyan...

19 Eylül 2014 Cuma

12 Angry Men - 1957



Film Türü: Drama
Film Süresi: 96 Dk.


   1957 yılında Sidney Lumet tarafından yönetilen 12 Angry Men 350.000$ bütçe ile yapılmıştır. ABD Ulusal Film Arşivi'nde muhafaza edilmesine karar verilmiş olan film, baştaki duruşma salonu ve tuvalet sahneleri hariç tek bir odada geçmektedir. On iki tane baş karakter olmasına rağmen öne çıkan isim olarak Henry Fonda'yı belirtmeden geçemeyeceğim.

   Film yukarıda da bahsettiğim gibi, duruşma salonunda başlıyor. Sanık koltuğunda, babasını öldürmekle suçlanan küçük bir çocuk oturmaktadır. Oniki juri üyesi, oybirliği ile bir karara varmak amacı ile bir odaya kapatılır; ABD yasaları gereğince, oybirliği sağlanmadığı takdirde dava yeniden görülecek, oybirliği ile suçlu bulunursa sanık idam edilecek, suçsuz bulunursa beraat edecektir. Filmimiz bu oniki juri üyesinin oybirliğine varana kadar, odada geçirdiği zamandan ibaret.



(Heyecanlı, agresif arkadaşlarım; korkmayın, fikirleriniz yanlış çıksa da, siz varsınız.)

KİŞİSEL


 
   Biliyorsunuzdur, eskiden dünyanın düz olduğu düşünülüyordu. Hatta o kadar eminlerdi ki, 'Dünya yuvarlak' diyen Galileo Galilei'yi ev hapsine mahkum ettiler. Şimdi garip geliyodur size bu düşünce, ama düşüncenin önemi yok, şu an mutlak doğru diye düşündüğünüz herhangi bir doğrunuzla aynı değerde o zamanki Dünya'nın düzlüğü.
   Amaç olumsuzlama değil, olumsuzlanabilirliği ıspatlama; amacın olumsuzlama olmadığını ıspatlama; olumsuzlamanın kişisel birşey olmadığını göstererek olumsuzlanabilirliği mümkün kılma.
   Günümüzün en popüler mesleği: yargıçlık. Herhangi bir belge almaya gerek yok; öyle yetenekli ki insanlar, tahminimce 'karakter çözme' süreleri, bir bakış süresi kadar. Süper kahramanlarız hepimiz.
  Bu film tam da bu konunun nasıl olması gerektiğini mükemmel bir biçimde açıklıyor; olması gereken yargılama şeklinin olabilmesi için izlenmesi gereken yolun nasıl  olması gerektiğini...
   Bir şey güzel olduğu için mi güzeldir, yoksa güzel görüldüğü için mi ?
   Muhteşem bir film, iyi seyirler..







Bu Filmi Beğendiyseniz






   

11 Eylül 2014 Perşembe

İnsan

  Önsöz 



   Filmleri kullanarak paylaştığım düşüncelerimin bir kısmını, bu sefer filmsiz paylaşacağım. Yalnız bu yazıyı İrfan yazmış gibi değil de, yazıyı özneleştirerek okumanızı rica ediyorum. Amacım İrfan'ın birşeyler başarması değil, çeşitli bedenlerdeki benin mutluluğudur. Bunun da sürekli bir farkındalık ile olabileceğini; en azından başlayabileceğini düşünüyorum.

   Bu yazının en önemli özelliği, hiçbir şey vaat etmiyor ve iddaa etmiyor oluşudur. Eğer daha mantıklı bir düşünceye sahipseniz, bunu sadece kendi fikrinizle karşılaştırıp, kendinizinkini sağlamlaştırmak için kullanabilirsiniz. Mantıklı geliyorsa, benimseyin ve belirli aralıklarla okuyun, daha iyisini bulduğunuzu düşündüğünüz anda ise atın çöpe gitsin.


***


  Hor Gören: Varlık başlarda, gözle gördüğünden ötesini düşünmez. En büyük özelliği, adapte olmasıdır; zihin tembelidir insan varlığı. Bir bilgiyi öğrendiğinde, yeni öğrendiğini, bu bilgiye daha önce sahip olmadığını unutur; bu bilgiye sadece kendisinin sahip olduğunu ve herkesin de sahip olması gerektiğini düşünür. Sahip olduğu bilgiyi, bazen bir olay yaşayıp, mantığıyla karşılaştırarak elde eder (ki bu daha sağlam olandır), bazen de zihin tembeli olduğu için, ona sadece birşeyin doğru olduğu söylenmesi yeterlidir. Bu bilgiyi zıttıyla karşılaştırıp, mantığını devreye sokmaya üşenir. Unutmuştur bu sahiplikten öncesini; hemen bunlara sahipken hissettiklerine adapte olmuştur. Artık onun için mutlak doğru, onun öğrendiğidir, başka bir doğru olma ihtimali yoktur. Bunlardan ötürü, bu bilgiye ya da bu bilgi sayesinde sahip olduğu maddi varlıklara sahip olmayanları hor görür. Bu hor görme sebebi, hor gördüğü insana bakarken, aslında onu bu hale getirenin de kendisi olduğunu farketmeyişidir.

   Hor Görülen; farklı düşündüğü ya da kısaca farklı olduğu gerekçesiyle hor görülmek, ilk olarak insan varlığının, korunma içgüdüsüyle fevri tepki vermesini tetikler (agresifleşme vb. davranışlar). Bu tarz tepkiler, dışa vurulsa da, bastırılsa da, insan varlığına kendini kötü hissettirecek duygular kazandırır. Bu duygu onun, ona söylenen şeyin doğru olup olmadığını düşünme, kendisininki ve başkalarının fikirleriyle karşılaştırma ihtimalini çok çok azaltır. Dolayısıyla o da, rencide olmuş biri olarak, ona söylenen şeyin doğru olabileceğini reddederek, kendisini, görüşlerini ortak bulduğu insan varlıklarına yaklaştırır. Varlığını bir şekilde hissettirmek, kabul ettirmek istiyordur insan varlığı. Hor görülmenin verdiği eziklikle ve varolduğunu hissettirme isteği ile, bazı kendi fikirlerinin doğruluğunu ıspatlamaya çalışır ve hemfikir ollduğu insan varlıklarıyla birlikte olur. Bu ıspat çabası, hor görüldüğünde hissettiği duyguyu bastırma, yok etme çabasıdır. Varoluşunu hissettirmek çabasıdır. Sahip olmadığı şeylerden dolayı hor görüldüğünde hissettiği duygu o kadar yoğundur ki, her fikir beyanı, onun, fikirlerinin aslında yanlış olmadığını ıspatlama, varoluşunu hissettirme çabasıdır (ki bu davranış, onu hor gören insanlara daha da itici gösterecek, iyice dışlanmasına sebep olacaktır). Dışlanan insan varlığı, kendini değersiz hissederek, kendini sevmemeye başlar. Her eyleminde, bir doğrusunu kabul ettirme çabası gitgide hissedilmeye başlanmıştır. Bu çaba; her başarısız olduğunda, yani her farklı fikirde insan varlığı gördüğünde veya onu hor gören kişiye benzer özelliklerde bir insan varlığı gördüğünde onu çeşitli sebeplerden dolayı hor görmesini sağlar. Eğer hor gördüğü kişi veya kişiler azınlıksa, o hor görülen de aynı duygulara sahip olmaya başlar. Bu durumu; hemfikir çoğunluğun hor görüşü başlatmıştır. Yani her hor gördüğümüzde biz başlattık. Her hor gördüğümüzde, karşımızdakinin, bizim fikrimizi mantıklı bir şekilde düşünerek yorumlamasına engel olup, kendisinin, onda oluşturduğmuz kötü duyguyu yoketmek için tamamen farklı fikirler üretmesini sağladık. Her sınıflandırma yaptığmızda, yeni bir sınıf çıkardık ve bunların hepsini gerçekleştirenin kendimiz olduğunun farkına varmaktan uzaklaştık. Yani hor gören de, hor görülende aynı insan, yani biziz, insan varlığı.

   Süregelen yaşamda, bunların sürekli farkında olabilmek, bir insan varlığının manevi olarak zengin olduğunu gösterir. Her kendine doğru gelmeyen bir olayda, fevri tepkiler vermeye müsait bir insan kostümüne sahip olan varlığımız, bu sürekli farkındalıkla, kostümünü terbiye edebilecek; bu sürekli farkındalığa sahip olmayan, maneviyat fakiri insan varlıklarını hor görmeyip, kendi servetinden yararlanmasında bir sakınca görmeyecektir.


 

4 Eylül 2014 Perşembe

The Man from Earth - 2007





Film Türü : Bilim-Kurgu,Drama
Film Süresi : 87 Dk.



     Richard Schenkman'ın yönetmenliğini üstlendiği The Man From Earth, Jerome Bixby tarafından yazılmıştır. Türü bakımından orjinal bir filmdir The Man From Earth. Başrol olarak tek yazabileceğim isim ise kuşkusuz David Lee Smith'tir. Kendisini daha önce; Fight Club ve Zodiac gibi kaliteli filmlerde, çok da büyük olmayan rollerde izleme fırsatı bulduk. Çok düşük bütçe ile yapılan bu film, felsefe ile ilgilenenlerin baya bir hoşuna gidecektir.
   Film aynı 12 Angry Man gibi, bir odada geçiyor. Bir öğretim görevlisi olan John Oldman (David Lee Oldman), sebepsiz yere görevinden istifa etmiştir; gitmeye hazırlanırken, meslektaşları onu hazırlıksız yakalar ve ondan bir açıklama beklerler. Başlarda açıklama yapmaya yanaşmasa da, daha sonra ikna olur ve olağanüstü hikayesini arkadaşlarıyla paylaşmaya karar verir. Tarihten bahsederken, bilgisiyle büyük takdir toplar ve bunun kaynağını sorduklarında ise, kendisinin 14.000 yıldır yaşayan bir mağara adamı (Cro-Magnon) olduğunu söyler. Odada onunla beraber, hemen her türlü bilim dalında (arkeoloji, teoloji, psikoloji, biyoloji, antropoloji, sosyoloji) uzmanlaşmış meslektaşları bulunmaktadır ve onu meraklı sorular karşısında zor bir sınav bekler.

Kişisel



   Fantastik ? Olağan dışı ? Peki nedir olağan ? Bana söylenen şeyler mi ? Bana söylendiğinde, sırf söylendiği için inandığım şeyler mi ? Evet burada malesef dogmatik inançlarımızdan bahsediyorum. Bize sırf sorgulamamızın yasak olduğu söylendiği için sorgulamadığımız inançlarımızdan; sözde o kadar çok değer verdiğimiz, aksini yazanı hor gördüğümüz, ancak üzerinde hiç düşünmeye değer bulmadığımız o değerli inançlarımızdan. Evet farkındayım; dışarıda gördüğümüz oyuncaklarımızın eğlenceli olduğunun farkındayım; ilgi görmemize sebep olacak maddi varlıkların keyifli olduğunun farkındayım; ama var olan şeylere neden ve nasıl sorularını sormamızı unutturacak kadar mı eğlenceli ? Hatta o kadar dogmatik inançlara sahibiz o kadar bağnaz kişilikleriz ki, sırf alınmayıp okumaya devam edelim diye, yazarken birinci çoğul şahıs kullanıyorum. Bir suçlama anlamı taşımasın diye. Evet mütevazi olmaya çalışıyorum. 
   John Oldman 14.000 yaşında bir Cro-Magnon; Edith de onun söylediklerini küfür olarak nitelendiriyor. Varsayalım ben John'um, siz de Edith. Ben 14.000 yıldan daha fazla zamandır var olduğumu iddaa ediyorum, her seferinde sıfırlanan bir hafızayla yeniden var oluyorum, hatta şu anda farklı gözlerden bu yazıyı okuyorum ben. Evet insan adını verdiğimiz bir kostümle varlığımın doruğuna ulaşıyorum belki; bu kostümle oluşturduğum etik kurallarıyla boğuşuyor, yine bu kostümle yarattığım maddiyatın içine düşüyor, kayboluyorum ben. Adapte olmaya programlanmış bu kostüm; bunları düşünmedikçe unutup gidiyorum. Bazen sevdiğim bir insan ölüyor, birkaç gün düşünüyorum; sonra dışardaki oyuncaklar beni çağırıyor, yine oynamaya gidiyor, unutuyorum beni. Yine bazen aşık oluyor, mutluluğun doruklarını maneviyatta buluyorum; sonra yine geçici zevklerle oynamak için onu da çöpe atıyor, nasıl gerçekten mutlu olduğumu unutuyorum. Şimdi bunları başka bir gözden okuyan bana, bunlar belki saçma, belki küfür gibi geliyor; ama ben iddaa etmiyorum hiçbir yazdığımın doğru olduğunu, sadece İrfan'a mantıklı geliyor bunlar, başka gözle okuyan bende daha mantıklısı varsa, ne şanslıyım ben! Yeter ki 'neden' sorusunu sorsun herşeye insan varlığı; kapılıp gitmesin gözle gördüğüne, tapınmasın kendi yarattığına. İrfan hor görülse ne olur ? Yeter ki farkına varınca sen, Will gibi kalpten gitme.


Fragman


Bu Filmi Beğendiyseniz







   

20 Ağustos 2014 Çarşamba

Once - 2006



Film Türü : Müzikal, Drama, Duygusal
Film Süresi : 85 dk.


   John Carney'in yazıp yönettiği Once, 'Falling Slowly' şarkısı ile 80. Oscar ödül töreninde en iyi orjinal şarkı ödülünü aldı. Filmin başrollerinde The Frames grubunun İrlandalı solisti Glen Hansard ile Çek Cumhuriyeti asıllı müzisyen Marketa Irglova oynamaktadır. Bu ikilinin aynı zamanda The Swell Season adını verdikleri bir grubu bulunmakta. Filmde, gruplarıyla aynı adı taşıyan ilk albümleri The Swell Season'ın şarkılarını dinleme fırsatı buluyoruz. Küçük bir not; ayrıca Bob Dylan'ın biyografisi olan I'm Not There isimli filmin müziklerinden biri olan; You Ain't Goin' Nowhere, bu ikiliye aittir.

 
(Aklımdan çıkmayan 'Falling Slowly' sahnesi)


   Not: Filmde isimler geçmediğinden, kendilerinden Glen ve Marketa diye bahsedeceğim.
   İlk sahnedeki müzikle ve Glen'in, parasını çalmaya çalışan bir ayyaşla girdiği diyalogla film bizi başta yakalamayı başarıyor zaten. Glen, babasının elektrikli süpürge tamiri dükkanında çalışmakla beraber, sokaklarda gitar çalarak geçimini sağlayan bir arkadaşımızdır. Bir akşam, kendinden geçmiş bir şekilde boş sokaklara şarkısını söylerken Marketa adında meraklı bir kızın sorularına maruz kalır. Marketa'nın doğal ve cana yakın yapısı sayesinde ikilinin samimileşmesi pek uzun sürmez. Glen, Marketa'nın piyano çalma yeteneğinden çok etkilenir ve kendisine birlikte müzik yapmayı teklif eder. Böylece ikilimizin ilk stüdyo kaydına kadar olan serüveni başlamış olur. 



(Tanışma sahnesi)


Kişisel



   Gerçekten 'mükemmel' diye nitelendirebilirim şarkıları ve filmi. Muhtemelen filmi izlerken, gerek ikilinin doğallığı, gerekse muhteşem sesleri ve şarkılarıyla geçmişinizdeki serüvenlere gideceksiniz. Belki de şu ankine benzer şikayetlerde bulunup, o zaman sıradan olarak nitelendirdiğiniz serüvenlerinize... Gelecekte olacağını düşündüğünüz şeylerin, olana kadar geçen zamanda konsantre olduğunuz olmayış sayesinde, şimdiki zamanın gerisinde kalan serüvenlerinize... Belki de bir mucize olacak ve bir an bile olsa şu anın da bir serüven olduğunun farkına varacaksınız. Farkına varıp, gördüğünüz rüyada bir an durup, kafanızı kaldırıp, kendinize bakacaksınız. Evet bu kıvılcıma sahip bu film. İyi seyirler...










Bu Filmi Beğendiyseniz





14 Ağustos 2014 Perşembe

Blade Runner - 1982





Film Türü : Bilim-Kurgu,Drama
Film Süresi : 117 Dk.


   Discovery Science kanalında da sıkça karşımıza çıkan, bilimkurgu dehası Ridley Scott'un Alien efsanesinden üç sene sonra vizyona girdi Blade Runner Philip K. Dick'in 'Android'ler Elektrikli Koyun Düşler mi?' isimli kitabını temel alan senaryoyu, Hampton Fancher ve David Peoples yazmıştır. İnsanlık felsefesi hakkında izleyiciyi düşündürmeye zorlayan bu filmin başrolünde, Star Wars ve Indiana Jones filmleriyle henüz şöhretinin zirvesine ulaşmış olan Harrison Ford  var. Harrison Ford'a, Rutger Hauer ve Sean Young eşlik etmektedir. 28 milyon $ bütçesi olan film, hasılatı ile hayal kırıklığı yaratmıştır.
   Film çekildikten sonra yapımcı şirket ile papaz olan Ridley Scott, daha sonra birkaç ufak tefek gibi gözüken ancak büyük önem taşıyan değişiklik ile, filmi Director's Cut adıyla birkez daha piyasaya sürdü. Film geç de olsa, hakettiği ilgili bu dönemle birlikte bulmaya başladı.

   21. Yüzyılın başlarında Tyrell Şirketi, robot evrimini Nexus aşamasına ulaştırmıştı. Bu robotlar neredeyse insana özdeşti ve kopya (replicant) olarak biliniyorlardı. Nexus 6'lar, güç ve çeviklik bakımından, onları yaratan genetik mühendislerinden üstün ve en az onlar kadar zekiydiler. Kopyalar, dünya dışında diğer gezegenlerin tehlikelerle dolu keşif ve kolonileştirme sürecinde kullanılıyorlardı. Bir Nexus 6 savaş timinin, bir kolonide çıkardığı isyandan sonra kopyalar dünyada yasadışı ilan edilerek ölüme mahkum edilmişlerdi. Blade Runner adı verilen keskin nişancı timi dünya sınırlarına giren bütün kopyaları öldürmekle görevlendirilmişti. Buna infaz değil, emekliye ayırma deniyordu.

   Film 2019 Los Angeles'inde geçmektedir ve dünya üzerinde bulunup emekliye ayrılması gereken dört kopya vardır. Kopyalar, bir genetik bozukluk sebebi ile dört yıllık bir yaşama sahiptirler ve yapay hafızalar yüklenerek yaratılırlar. Sonradan kopya olduğunu anlayan ve erken ölümlerine bir çare bulmak isteyen bu dörtlü, yaratıcıları olan Dr. Eldon Tyrell'in peşine düşer. Polis biriminde yüzbaşı olan Bryant da, bu dört kopyayı emekliye ayırması için, artık bir Blade Runner olarak hayatını sürdürmek istemeyen Rick Deckard'ı (Harrison Ford) görevlendirir ve Rick, isteksiz de olsa bu görevi kabul eder. 



( All those moments lost in time, like tears in rain )


Kişisel



   Buddha der ki; zehirli ok yemiş bir insan, okun nasıl bir zehire batırıldığını ya da nereden geldiğini düşünmez. Okun bir an önce çıkartılıp yarasının iyileşmesini ister. Tıpkı doğduğu andan itibaren ölüme doğru adım adım giden insan gibi..
   'Madde bağımlılığı' nı sadece alkol ve uyuşturucudan ibaret sanıyoruz. 'Bir' olabilmemiz için hep bir tehdit, bir ezilme sözkonusu olması gerek malesef. Eşitlikle ilgili birçok şey yazıp çizebilir ve söyleyebilirim, ancak şu an gözünüzde insanların farklı farklı sınıflarda olması, benim yazacaklarımı kaale almanızı engeller; o yüzden herşeyin zamanı var. Makinenin ve robotun bilince erişmesiyle ilgili sayısız film izledik. Bakalım üstümüzdeki bu kostümle, biz ne zaman bilince erişeceğiz. Kesinlikle sıradan bir film değil Blade Runner. İyi seyirler..



(It's too bad she won't live. But then again, who does ?)






Bu Filmi Beğendiyseniz




                                                                                                    

31 Temmuz 2014 Perşembe

Angel-A ~ 2005


Film Türü : Duygusal,Drama,Fantastik
Film Süresi : 91 Dk.


   Luc Besson 'un (Léon, The Fifth Element) 2005 yılında Avrupa'da vizyona giren filmi, 2006 yılında Türkiye'de, 2007'de ise Sundance Film Festivali'nde gösterilmiştir. Başrollerde, Fransız aktör Jamel Debbouze (Amelie) ve Danimarkalı Rie Rasmussen oynamaktadır.

  Cezayir asıllı bir Amerikan vatandaşı olan André (Jamel Debbouze), borç batağı içindedir. Günboyunca farklı insanlardan tehditler almaya başlamıştır. Ne yapacağını bilemez ve bir pazar sabahı köprüden geçerken intihar etmeye karar verir. Haksızlığa uğradığını düşünen André, köprüde Tanrı'ya isyan ederken, bir tek intihar etmeye çalışanın kendisi olmadığını farkeder. Yan tarafındaki kıza n'apıyorsun diye sormaya kalmadan kız kendini aşağı atmıştır bile. André, başına geleceklerden habersiz bir şekilde kızın arkasından atlar ve onu kurtarır. Angela (Ria Rasmussen), hayatını, kendisini kutaran André'nin insiyatifine bırakacaktır. André, içindeki iyiliğe karşı koyamaz ve Angela'yı yanına alır. Ancak Angela'nın, onun hayatını değiştirecek bir melek olduğundan habersizdir.


 Kanıt ? 

Kişisel



   Mutlu olabilmek için ne kadar paraya ihtiyacımız var ? Böyle bir miktar mevcut mu ? Ya da böyle bir miktar olabileceğini düşünecek kadar gerizekalı mıyız ? Araçlar amaç haline gelmişken bu sözlerin klişe olarak görülüp, kaale alınmaması normal. Bu filmi izleyen kişi, kendini André'nin yerine koyabilirse, belki bu tarz klişe sözleri daha ciddiye alarak, bir an durup, 'lan?!!' diyebilir.
   Çok çok kaliteli bir film olmayabilir. Ama bir filmin, insana, dünyada bulunma amacı hakkında birşeyler düşündürebilme ihtimali varsa, bence o film 'güzel' olarak nitelendirilebilmek için yeterlidir. En azından benim güzel film anlayışımın başında gelen şey budur.
   İnsanın kibiri, mesaj vermeye çalışan kişiyi, filmi, yazıyı ve benzeri şeyleri itici kılar. Bakan körlüğün de ötesinde, gören körler ne bu filmi, ne de benim yazımı beğenmeyeceklerdir. 
   İyi seyirler diliyorum.






   Bu Filmi Beğendiyseniz




 

27 Temmuz 2014 Pazar

Love Actually - 2003


Film Türü : Romantik,Komedi,Duygusal
Film Süresi : 135 Dk.

   Bu film hakkında herhangi bir içerik yazmayacağım. Tek söyleyeceğim optimistik bir film olduğu ve kesinlikle sonunda yüzünüzde bir gülümseme bırakacağıdır. Eğer bu bayram bir film izleyecekseniz, Love Actually'yi benden bir bayram hediyesi olarak kabul edin.
   İyi arkadaşım olan, olmayan, aramın iyi veya kötü olduğu herkes; hepinizi çok seviyorum. Hepiniz mutlu olun. Bayram, bunlar için her zaman güzel bir bahane olmuştur. İyi bayramlar :)



25 Temmuz 2014 Cuma

Donnie Darko - 2001



Film Türü: Drama,Bilim-Kurgu
Film Süresi: 113 Dk.

   Richard Kelly'nin yazıp yönettiği Donnie Darko, 2001 Sundance Film Festivali'nde gösterildi. Bilim-Kurgu, fantastik ve korku filmleri için, en itibarlı ödül olan Satürn Ödülü'ne aday gösterilen film, Richard Kelly'nin ilk filmidir. Ayrıca Donnie Darko, Empire ve FilmFour gibi prestijli dergilerde, 'en iyi filmler', 'ölmeden izlenmesi gereken filmler' gibi listelerde kendine üst sıralarda yer bulmuştur. Filmin başrollerinde; Jake Gyllenhall (Brokeback Mountain, Zodiac, Source Code), Jena Malone (Into the Wild, Contact), Patrick Swayze (Ghost, Dirty Dancing) ve Drew Barrymore (50 First Dates, Charlie's Angels, Scream) oynamaktadır. 4,5 miyon $ bütçe ile yapılan film, 7,8 milyon $ civarı bir hasılat elde etti.

   Film, Darko ailesinin, akşam yemeği sofrasındaki komik diyaloglarıyla başlıyor. Aynı gece, Donnie (Jake Gyllenhaal), yatağında uyurken bir ses tarafından uyandırılıp dışarı çekilir. Evden dışarı çıktığında, tavşan kostümlü biri ona, 28 gün, 6 saat, 42 dakika ve 12 saniye sonra dünyanın sonunun geleceğini söyler. Donnie sabah uyandığında komşusunun golf sahasındadır ve eve doğru yürümeye koyulur. Eve döndüğünde, bir uçak motorunun, geceleyin dosdoğru onun odasına düşmüş olduğunu görür. Hayatında o geceden itibaren gizemli olaylar baş gösterecek, o da tavşan kostümlü arkadaşını izleyerek bu olayları çözmeye çalışacaktır. Donnie şizofrenik midir, yoksa olağanüstü bir planın parçası mıdır ?

   Bu kadarı izlemeyen biri için yeterli. Daha fazla ayrıntı verip bu güzellikteki bir flme haksızlık yapamam. Bu sefer, kişisel bölümümden 'film açıklaması' bölümüne yer verdim, çünkü bu film sıradan bir film değil. 113 dakika eminim size yetmeyecek.

(Donnie'nin Jim Cunningham'ı Dumura uğrattığı sahne)


Film Açıklaması

   Not: Bu bölümü, filmin internet sitesinden, önemli yerleri çevirerek yazdım. Açıklama bölümünü filmi izlemeyenlerin okumamasını, izleyenlerin de bu bölümü okuyup tekrar izlemesini tavsiye ediyorum.
   Filmi anlamamız tam anlamıyla, filmin içinde geçen, Roberta Sparrow'un (Grandma Death :) yazmış olduğu, 'Zamanda Yolculuk Felsefesi' isimli kitabı anlamamızdan geçiyor. Kitapta, nadiren oluşan ve birincil evrene etki eden paralel evrenin oluşumu ile bu oluşumun etkileri anlatılıyor.
   Paralel evren, çok çok nadir görülen dördüncü boyuttaki bir bozulmayla oluşur ve bu oluşum çok dengeli değildir. Sadece birkaç hafta etkisini sürdürür ve daha sonra yok olarak, birincil evreni de yok edecek bi kara delik oluşturur.
   Paralel evrenin oluştuğunun kanıtı bir yapay olgudur. Bu yapay olgu metal olmalıdır ve burdaki yapay olgu da, nereden geldiği belli olmayan bir jetin motorudur. Jet motoru, dördüncü boyuttaki bozulmayla birlikte Donnie'nin evinin üstünde oluşan zaman kapısından paralel evrene geçerek onun odasına düşer. Evrenin kurtuluşu, bu motorun tekrar ait olduğu yer olan, birincil evrene yollanmasına bağlıdır. Bunu yapacak olan kişi de 'canlı alıcı' dır. Canlı alıcının bazı ekstra güçleri oluşur. Neye göre seçildiği bilinmez ve buradaki canlı alıcı Donnie Darko'dur.
   Paralel evrende bir başka ekstra gücü olan kişi 'Manipüle Ölü' dür. Paralel evrenin içinde ölen şahıs, zamanda yolculuk yapabilme gücüne erişir. Burdaki manipüle ölü de tavşan kostümlü Frank'tir. Frank, oluşturduğu emniyet tuzağıyla, Donnie'ye farkında olmadığı görevde yol göstermeye çalışır. Gretchen da (Jena Malone) aynı zamanda maniğüle ölüdür, ancak o aynı şekilde Donnie'ye görünmez.

(Sinema sahnesindeki tavşan-insan kostümleri diyalogu çok etkileyiciydi)

   'Neden Donnie'ye okulun su borusunu patlattırdı veya Jim Cunningham'ın (Patrick Swayze) evini yaktırdı?' gibi sorular akla gelebilir. Okulun su basmasıyla Donnie, Gretchen'ı evine bıraktı ve çıkmaya başladılar. Jim Cunningham'ın evinin yanmasıyla da Donnie'nin annesi Sam'le birlikte şehir dışına çıkmak zorunda kaldı. Bütün bunlar, son gün Donnie'nin evinde verilen partiye ve oradan sonra Frank ve Gretchen'ın ölümüne yol açtı. Böylece Frank, Donnie'ye yardım edebildi.
   Frank'in yardımları ve Roberta Sparrow'un kitabıyla, en sonunda her şeyi çözen Donnie, tam kara delik oluşmaya başlamışken, canlı alıcı olmanın verdiği telekinezi gücüyle bir uçak kazası oluşturarak, aynı jet motorunu, oluşan zaman kapısından birincil evrene gönderir ve dünyayı kurtarır.
   Bütün bu manipüle canlılar (paralel evrende gördüğümüz herkes), paralel evrene olan yolculuğundan uyandığı zaman, rüyasındaki tecrübeleri hayal meyal hatırlar, birçoğu ise hiçbirşey hatırlamaz. Donnie'nin en sonda unutamayacağınız kahkahası, Jim Cunningham'ın ağlaması, Frank'in gözünü tutması, Gretchen'ın Donnie'nin annesine el sallaması buna örnekler.

( Gary Jules - Mad World) - Videoda spoiler vardır !
(Movie Soundtrack)

Kişisel


   İnsan hayatını 28 günde özetleyecek olsak, herhalde Donnie'nin hayatı gibi olurdu. Bence bilim-kurgudan öte, çok ciddi drama ve duygusallık içeren bir film. Sicim kuramının baya bir hakim olduğu şu son birkaç onyılda, paralel evrenle ilgili birçok film-dizi izledik. Ama bu filmde hepsinden farklı şeyler görüyoruz. İnsanın doğasında bir özgürlük arayışı, bir meraklılık olduğunu görüyoruz. Mantıklı bir cevap için arayış... Donnie; 'Neden yaşıyoruz ? Amacımız ne ? Asıl plan ne ? Bizim de bir söz hakkımız yok mu ?' gibi, hemen herkesin kafasında zaman zaman yer bulan sorulara, saf bir şekilde, bütün doğallığıyla isyan ediyor. 
   İşin bilim-kurgu kısmına gelirsek, rüya ve deja-vu gibi henüz net olarak açıklanamamış kavramlara alternatif açıklama olabilecek kuramların kullanılması çok çok hoşuma gitti. Yönetmenimiz, Einstein, Stephen Hawking gibi bilim adamlarının çalışmalarıyla da ilgilendiğini bize gösteriyor. Ayrıca bunu lisedeyken yazmaya başlamış olması da, kendisinin karakterine olan merakımı daha da arttırıyor.
   Eminim sizde filmi izlerken, Donnie'nin beden eğitimi öğretmeni olan Kitty Farmer'a bir 'THIS IS SPARTA' tekmesi yapıştırmak isteyeceksiniz. Ayrıca filmde baya güldüren bölümler de mevcut. Donnie'nin arkadaş grubu ile olan 'şirinler' muhabbetinde gülmekten koltuktan düşüyordum neredeyse. Bugünlerde baya meşhur olan Seth Rogen da, filmde ufak bir role sahip. Kısacası bu film, sadece 'kafa karıştıran bir film' değil. Donnie Darko karakterine hayran kalacağınızı düşünüyorum. İyi seyirler..




Donnie Darko Trailer



Bu Filmi Beğendiyseniz





18 Temmuz 2014 Cuma

Noah - 2014


Film Süresi : 138 Dk.
Film Türü : Drama,Fantastik,Macera

   Karşımızda bir dini hikaye var ve bana soracak olursanız, bu tarz filmlerde olabilecek en iyi yönetmen tarafından yönetilmiş; Darren Aronofsky (Black Swan, Requiem for a Dream, Pi, The Fountain). Din gibi subjektif yaklaşılan bir alanda, ciddi bir riske girilerek yapılmış olması bile takdire şayan. Clint Mansell'in muhteşem müzikleri ve üst düzey görselliğiyle karşımıza çıkan Noah, 125 Milyon $ bütçe ile yapılmış ve 360 Milyon $ civarı bir hasılat elde etmiştir.
   Aronofsky'nin Ari Handel ile birlikte yazdığı filmin başrollerinde; Russell Crowe (Gladiator, A Beautiful Mind, L.A. Confidential), Jennifer Connelly (Requiem for a Dream, Blood Diamond, A Beautiful Mind), Anthony Hopkins (The Elephant Man, The Silence of the Lambs, Thor), Ray Winstone ( The Departed, Hugo), Emma Watson (Harry Potter, The Perks of Being a Wallflower), Logan Lerman (The Perks of Being a Wallflower, Stuck in Love) ve Douglas Booth'u görüyoruz.

   Filmde, Hz. Adem'den sonra doğru yoldan tamamen sapan insan ırkının, Hz. Nuh ile yeniden türeyişine tanıklık ediyoruz. Tabiiki çoğunuz bu hikayeyi biliyorsunuz ama ben ufak bir özetini geçeceğim.
   Filme aynı The Fountain filminin başındaki gibi, Tevrat'ın yaratılış bölümüyle başlıyoruz. Başlangıçtaki yoklukta, yılan tarafından kandırılan Adem ile Havva, yasak meyveden yerler ve Aden Bahçesi'nden kovularak dünyaya yollanırlar. Dünyada Adem ve Havva'nın Cain,Abel ve Seth adında üç tane çocuğu olur. Cain'in Abel'i öldürmesiyle, sadece Seth'in ve Cain'in soyu devam eder. Nefilimlerin (Diablo oynayanlar iyi bilir) de yardımıyla Cain'in soyu, kötülüğü yayan bir medeniyet kurar. 10 nesil böyle devam ettikten sonra, Seth'in soyundan olan Noah (Russell Crowe), babası Lamech'in, Tubal-Cain (Ray Winstone) tarafından öldürülüşünü izlemek zorunda kalır. Yıllar sonra Tanrı, Noah'a dünyada tek bir canlı bırakmayacak olan bir felaketin yaklaştığının haberini verir ve O'na, ailesini ve bütün hayvan türlerinden birer çifti kapsayacak olan bir gemi inşa etmesini emreder. Noah da, dedesi Methuselah (Anthony Hopkins) yardımıyla işe koyulur. Noah'ın oluşturacağı bu yapay seleksiyonda, insanoğlu hayatta kalmak için direnecektir.

Kişisel


   Nuh tufanı hikayesinin temeli, Sümerlerin Gılgamış Destanı'na dayanır. Farklı anlatım şekilleriyle de olsa, bu hikaye din kitaplarında da yer aldı. Bizim izleyeceğimiz Tevrat versiyonu.
   Bu filmi fantastik olarak nitelendirmekten çekinmedim, çünkü din adı altında olsa da, hikayeler şahit olamayacağımız cinsten. İnsanlar din kitaplarındaki metaforları yüzeysel yorumladığından, Aronofsky de orada yazanları, bazı ufak tefek eklemeler hariç birebir ekrana aktarmış. Sorgulanmayan hikayeler olduğundan da, bazı kesimlerden büyük tepki almış. Bu filmi izlerken önemli olan, kitapta bire bir yazanları değilde, Aronofsky'nin objektif yorumunu katmaya çalıştığı bölümleri dikkatle izlemek.
   Aronofsky, inancı doğrultusunda, 'Tanrı' kelimesi yerine, 'yaratıcı' kelimesini kullanmayı tercih etmiş. Musevi kökenli olan yönetmenimiz için bazı yerlerde 'ateist' denilse de, çektiği filmlerden, bir tasarımcı olduğu inancına sahip olduğunu düşünüyorum. Methusellah ile torunu Noah arasındaki ilişki, kafasındaki yaratıcı-insan arasındaki ilişki gibi geldi bana. Bazı bölümlerde kelimesi kelimesine hikayeye sadık kalmış, bazı bölümlerde filme duygu katmak için doğaçlama yapmış (tufandan sonra gemide geçenlerin hiçbiri kitapta yer almıyor). Özellikle, yaratılışın ilk altı gününü, kitapta yazanla bilimi birleştirerek yorumlaması bence gayet başarılı. İlk gün oluşumundaki büyük patlama ve hayvanların evrimleşerek türlere ayrılması buna en önemli iki örnek (Charles Darwin'in ortak tek bir atadan türeyen canlı evrimi değilde, Lamarck'ın savunduğu gibi, birkaç atadan türeyişi görüyoruz). Aşağıda bu yaratılış videosunu paylaştım, filmi izlemediyseniz izlemenizi tavsiye etmiyorum. İzleyenlerin de bir daha izlemesini tavsiye ediyorum. Son yarım dakikaya dikkat; brother against brother, nation against nation, man against creation.



   Ortaokulda, Noah ile ilgili yazmış olduğu şiirle, okulunda ödüle layık görülen Aronofsky'nin, bu konuya ayrı bir ilgisinin olduğunu ve yıllar boyunca bu filmi çekmeyi hayal ettiğini düşünebiliyorum. Sizlere düşen, aynı kitabı yorumladığınız gibi yüzeysel değilde, Aronofsky'nin, aralara serpiştirdiği kendi yorumuna konsantre olmanız.
   İnsan yasak meyveyi yediğinde çıplak olduğunu farketti ve utanç duygusunu hissetti. Yasak meyve ile gelen; nefret,hırs,kibir gibi 'kötü' olarak nitelendirebileceğimiz duygularla dünyaya sürüldü. Aden Bahçesi'ni hakettiğini gösterebilmek için bu duygulardan arınması gerekiyordu. İnsan için umut var mıydı ? Noah insan ırkıyla ilgili umutlarını kaybetmişken, Ila'nın kucağındaki ikizleri gördü. Ve onlara bakarken içindeki yasak meyve kalıntıları bir anda yok oldu. İnsanoğlu o bahçeye girecekse, bu karşılıksız sevgi ve karşılıksız iyilikle olacaktı. İnsan için hala umut vardı. Ve Noah, o iki bebeği öldürmedi.
  Filmin sonunda ise gökyüzünde gördüğümüz gökküşağından Tevrat'ta şöyle bahsediliyor; 'tufandan sonra bulut üzerine yay çektim ve bunu bir daha kıyamet kopana değin bu şiddette yağmur yağmayacağının nişanesi kılmaya ahdetim'.
   İnsan olarak, neyi nasıl yorumlayacağımız bize kalmış. Bu filme gelecek olursak; bence görsel olarak gayet başarılı. Clint Mansell'in müzikleri zaten fevkalade. Bilinen bir konuyu, minimum tepki almaya çalışarak yorumlamış Aronofsky. Bende olumlu duygular bıraktı, umarım sizde beğenirsiniz. İyi seyirler.







Bu Filmi Beğendiyseniz






14 Temmuz 2014 Pazartesi

The Beach - 2000



Film Süresi : 119 Dk.
Film Türü : Drama,Macera,Duygusal

   Danny Boyle (Trainspotting, Slumdog Millionaire, 127 hours), 1996 yılında Alex Garland'ın yazdığı The Beach isimli kitabı, 2000 yılında beyaz perdeye aktarmıştır. Berlin Film Festivali'nde Altın Ayı ödülüne aday gösterilen filmin başrolünde Leonardo DiCaprio'yu (Inception, The Departed, The Wolf of Wall Street) görüyoruz. Tabii başrol olmasa da, diğer oyuncular Robert Carlyle (Trainspotting, 28 Weeks Later), Tilda Swinton (Young Adam, Constantine, Vanilla Sky), Virginie Ledoyen ve Guillaume Canet'e de (Love Me If You Dare) ayrı bir parantez açmamız gerekiyor.
 
   Richard'ın (Leonardo DiCaprio) macera arayışı, O'nu Tayland'a sürüklemiştir. Evinde bulamadığı özgürlüğü bulabilmek için, bütün sınırları zorlamaya hazırdır. Kaldığı yerdeki ilk gecesinde, hafif çatlak karakterimiz Daffy (Robert Carlyle) ile tanışır. Daffy, O'na kusursuz güzellikte bir sahilin bulunduğu adadan bahseder. Ancak Richard, Daffy'nin kafadan çatlak olduğunu düşünerek ona pek de inanmaz. Ertesi sabah, yan odasında Daffy'nin kanlı cesedi ve kapısında adanın yerini gösteren bir harita bulunca işler değişir. Diğer yan odasında kalan çift Etienne (Guillaume Canet) ve Françoise'yı (Virginie Ledoyen) gazlar ve bu üçlü adayı bulmak için yola koyulur. Bu adanın nasıl bir yer olduğuna, hatta var olup olmadığına dair bile hiçbir fikirleri yoktur. En sonunda adanın yerini bulurlar ve oraya yüzmeye karar verirler. Üçlümüz adaya yüzerken, siz de ekran başında çok ayrı bir dünyaya yol almaya hazır olun.

Kişisel


   
   
   Üçlümüz adaya ayak bastığı andan itibaren her gördüğünüz manzarayla ayrı şeyler düşünüyoruz. Oradaki yaşamı gördüğümüzde, bir medeniyetin nasıl kurulabileceğine dair fikir sahibi olurken, insanın doğasının nasıl bozuk olduğunu görüyoruz. Kalabalıklaştıkça nasıl saflıktan,dürüstlükten uzaklaşıp, somut şeylerde mutluluğu arayan bir topluma dönüştüğümüzü görüyoruz. Korkuyla gelen savunma mekanizmasının, güven kelimesinin anlamını zedelediğini görüyoruz. Bütün bunların oluşturduğu yapmacıklığın, özgürlük kavramını nasıl yok ettiğini görüyoruz. Özet olarak; 'Nasıl bu hale geldik ?' sorusunun olası cevaplarını görüyoruz.

    (Bu bölüm spoiler içerir)

   Tabii bu bana göre en önemli tema olduğu için, önce yazmak istedim. Herkesin farklı şeyler hissetmesi mümkün. Filmin birçok yerinde çok ciddi şekilde heyecanlandığımız, kahkaha attığımız, dehşete düştüğümüz anlar da var. Richard'ın; Françoise'yı ada yolculuğuna çağırmadan önce odasında yaptığı prova ve kapıya gittiğinde karşısında Etienne'i bulunca saçmalaması, temizlikçi kadına elektrik tehlikesini anlatmaya çalışması, köpekbalığı şakasına verdiği tepki ve öldürdüğü köpekbalığını anlatışı baya komikti.
   Ben filmi izlerken adeta adaya gittim. Eminim her izleyen de gerçek hayattan biraz kopup oraya gidecektir. Kesinlikle başarılı bir film. İyi seyirler.
   Not: Filmi izledikten sonra Moby'den, 'Porcelain' isimli parçayı dinlemenizi tavsiye ediyorum.






Bu Filmi Beğenenler İçin






11 Temmuz 2014 Cuma

Beginners - 2010



Film Süresi : 105 Dk.
Film Türü : Drama,Duygusal

   Mike Mills tarafından yazılan ve yönetilen Beginners ilk olarak 2010 yılında Toronto Uluslararası Film Festivali'nde gösterilmiştir. Başrollerinde Ewan McGregor (Star Wars, Trainspotting, Perfect Sense), Mélanie Laurent (Inglourious Bastards, Now You See Me, Enemy) ve Christopher Plummer   (A Beautiful Mind, The Girl With the Dragon Tattoo) oynamaktadır.

   Film, Oliver'ın (Ewan McGregor), babası Hal'ı (Christopher Plummer) kaybettikten sonra yaşadıklarını flashbacklerle açıklayarak anlatıyor. Flashbacklerin özetini ilk paragrafta, Hal'ın ölümünden sonra Oliver'ın yaşadıklarını ise ikinci paragrafta anlatmaya çalışacağım.
   Oliver'ın dünya tatlısı annesi Georgia (Mary Page Keller), Hal'a aşık olduğunda O'nun gay olduğunu bilmesine rağmen, bu durumu değiştirebileceğini düşünerek Hal ile evlenmiş. Sevimli gay amcamız heteroseksüel olamayınca, Oliver annesinin mutsuzluğunun gölgesinde büyümek zorunda kalmış. Hal, Georgia'nın kanserden ölümü sonrasında, Oliver'a gay olduğunu açıklayarak, hayatının geri kalanını bu yönünü keşfederek geçirmek istediğini söylemiş. Yaşamının son beş yılını, sonradan tanıştığı Andy (Goran Visnjic) ile hiç olmadığı kadar mutlu bir şekilde geçiren Hal da Georgia'yla aynı kaderi paylaşıp, kansere yenik düşerek ölmüştür.
   Babasının ölümüyle, köpeği (Arthur) Oliver'a kalır. Boş vakitlerini sadece Arthur'la geçiren Oliver'ı arkadaşları bir gece zorla partiye götürür. Oliver partide Anna'yla (Mélanie Laurent) tanışır ve kısa sürede birbirlerinden etkilenirler. Anna, şehirde kısıtlı zamanı olan bir aktristtir. O'nun da kendine ait ailevi problemleri vardır. İkili, ortak enkazlarıyla yeni bir başlangıç yapmayı deneyecektir.
   Bu iki paragrafı iç içe geçirdiğimiz zaman, karşımıza baya tatlı,duygusal bir film çıkıyor..

Kişisel

   
   Filmde, yazar-yönetmenimiz, Oliver olarak kendisini canlandırmış. O yüzden filmi izler izlemez 'oyy kıyamam sana' deyip, Mike Mills'in yanına sıcak bir battaniye ile gitmek isteyebilirsiniz. Baya duygusal olmakla birlikte, ulaşmakta güçlük çektiğimiz pozitif duygularımıza köprü olabilecek bir film.
   Georgia'nın oğluna karşı tavrı, Hal'ın gay olduğunu açıkladıktan sonraki doğallığı ve yakaladığı mutluluk, Anna'nın Oliver'a ulaşmadaki başarısı, Oliver ile Anna'nın birbirlerine savunmasız bakışları, dünya tatlısı köpeğimiz Arthur'a verilen altyazılar ve daha sayamadığım birçok şey duygularımızın kıpraşmasını sağlıyor. Ayrıca hayata adapte olmaya çalışırken kaybettiğimiz insani duygularımızı, bize az da olsa hatırlatıyor.
   Bir Türk insanı olarak, 'babası eşcinselse çocuğu nasıl yaptı?', 'üff kız da iyiymiş', 'konuşan köpek mi olur?', 'bence senin baban da gay' gibi gereksiz diyaloglara girmeyelim. Tabi duygu patlaması yaşayıp, barda tanıştığınız ilk insana içinizi de kusmayın. Bu sadece bir film gençler. Ama güzel ve çok tatlı bir film. İyi seyirler :)




 

Bu Filmi Beğenenler İçin