Film Türü : Duygusal,Drama,Fantastik Film Süresi : 91 Dk. Luc Besson 'un (Léon, The Fifth Element) 2005 yılında Avrupa'da vizyona giren filmi, 2006 yılında Türkiye'de, 2007'de ise Sundance Film Festivali'nde gösterilmiştir. Başrollerde, Fransız aktör Jamel Debbouze (Amelie) ve Danimarkalı Rie Rasmussen oynamaktadır.
Cezayir asıllı bir Amerikan vatandaşı olan André (Jamel Debbouze), borç batağı içindedir. Günboyunca farklı insanlardan tehditler almaya başlamıştır. Ne yapacağını bilemez ve bir pazar sabahı köprüden geçerken intihar etmeye karar verir. Haksızlığa uğradığını düşünen André, köprüde Tanrı'ya isyan ederken, bir tek intihar etmeye çalışanın kendisi olmadığını farkeder. Yan tarafındaki kıza n'apıyorsun diye sormaya kalmadan kız kendini aşağı atmıştır bile. André, başına geleceklerden habersiz bir şekilde kızın arkasından atlar ve onu kurtarır. Angela (Ria Rasmussen), hayatını, kendisini kutaran André'nin insiyatifine bırakacaktır. André, içindeki iyiliğe karşı koyamaz ve Angela'yı yanına alır. Ancak Angela'nın, onun hayatını değiştirecek bir melek olduğundan habersizdir.
Kanıt ?
Kişisel
Mutlu olabilmek için ne kadar paraya ihtiyacımız var ? Böyle bir miktar mevcut mu ? Ya da böyle bir miktar olabileceğini düşünecek kadar gerizekalı mıyız ? Araçlar amaç haline gelmişken bu sözlerin klişe olarak görülüp, kaale alınmaması normal. Bu filmi izleyen kişi, kendini André'nin yerine koyabilirse, belki bu tarz klişe sözleri daha ciddiye alarak, bir an durup, 'lan?!!' diyebilir.
Çok çok kaliteli bir film olmayabilir. Ama bir filmin, insana, dünyada bulunma amacı hakkında birşeyler düşündürebilme ihtimali varsa, bence o film 'güzel' olarak nitelendirilebilmek için yeterlidir. En azından benim güzel film anlayışımın başında gelen şey budur.
İnsanın kibiri, mesaj vermeye çalışan kişiyi, filmi, yazıyı ve benzeri şeyleri itici kılar. Bakan körlüğün de ötesinde, gören körler ne bu filmi, ne de benim yazımı beğenmeyeceklerdir.
Bu film hakkında herhangi bir içerik yazmayacağım. Tek söyleyeceğim optimistik bir film olduğu ve kesinlikle sonunda yüzünüzde bir gülümseme bırakacağıdır. Eğer bu bayram bir film izleyecekseniz, Love Actually'yi benden bir bayram hediyesi olarak kabul edin.
İyi arkadaşım olan, olmayan, aramın iyi veya kötü olduğu herkes; hepinizi çok seviyorum. Hepiniz mutlu olun. Bayram, bunlar için her zaman güzel bir bahane olmuştur. İyi bayramlar :)
Film Türü: Drama,Bilim-Kurgu Film Süresi: 113 Dk. Richard Kelly'nin yazıp yönettiği Donnie Darko, 2001 Sundance Film Festivali'nde gösterildi. Bilim-Kurgu, fantastik ve korku filmleri için, en itibarlı ödül olan Satürn Ödülü'ne aday gösterilen film, Richard Kelly'nin ilk filmidir. Ayrıca Donnie Darko, Empire ve FilmFour gibi prestijli dergilerde, 'en iyi filmler', 'ölmeden izlenmesi gereken filmler' gibi listelerde kendine üst sıralarda yer bulmuştur. Filmin başrollerinde; Jake Gyllenhall (Brokeback Mountain, Zodiac, Source Code), Jena Malone (Into the Wild, Contact), Patrick Swayze (Ghost, Dirty Dancing) ve Drew Barrymore (50 First Dates, Charlie's Angels, Scream) oynamaktadır. 4,5 miyon $ bütçe ile yapılan film, 7,8 milyon $ civarı bir hasılat elde etti.
Film, Darko ailesinin, akşam yemeği sofrasındaki komik diyaloglarıyla başlıyor. Aynı gece, Donnie (Jake Gyllenhaal), yatağında uyurken bir ses tarafından uyandırılıp dışarı çekilir. Evden dışarı çıktığında, tavşan kostümlü biri ona, 28 gün, 6 saat, 42 dakika ve 12 saniye sonra dünyanın sonunun geleceğini söyler. Donnie sabah uyandığında komşusunun golf sahasındadır ve eve doğru yürümeye koyulur. Eve döndüğünde, bir uçak motorunun, geceleyin dosdoğru onun odasına düşmüş olduğunu görür. Hayatında o geceden itibaren gizemli olaylar baş gösterecek, o da tavşan kostümlü arkadaşını izleyerek bu olayları çözmeye çalışacaktır. Donnie şizofrenik midir, yoksa olağanüstü bir planın parçası mıdır ?
Bu kadarı izlemeyen biri için yeterli. Daha fazla ayrıntı verip bu güzellikteki bir flme haksızlık yapamam. Bu sefer, kişisel bölümümden 'film açıklaması' bölümüne yer verdim, çünkü bu film sıradan bir film değil. 113 dakika eminim size yetmeyecek.
(Donnie'nin Jim Cunningham'ı Dumura uğrattığı sahne)
Film Açıklaması
Not: Bu bölümü, filmin internet sitesinden, önemli yerleri çevirerek yazdım. Açıklama bölümünü filmi izlemeyenlerin okumamasını, izleyenlerin de bu bölümü okuyup tekrar izlemesini tavsiye ediyorum.
Filmi anlamamız tam anlamıyla, filmin içinde geçen, Roberta Sparrow'un (Grandma Death :) yazmış olduğu, 'Zamanda Yolculuk Felsefesi' isimli kitabı anlamamızdan geçiyor. Kitapta, nadiren oluşan ve birincil evrene etki eden paralel evrenin oluşumu ile bu oluşumun etkileri anlatılıyor.
Paralel evren, çok çok nadir görülen dördüncü boyuttaki bir bozulmayla oluşur ve bu oluşum çok dengeli değildir. Sadece birkaç hafta etkisini sürdürür ve daha sonra yok olarak, birincil evreni de yok edecek bi kara delik oluşturur.
Paralel evrenin oluştuğunun kanıtı bir yapay olgudur. Bu yapay olgu metal olmalıdır ve burdaki yapay olgu da, nereden geldiği belli olmayan bir jetin motorudur. Jet motoru, dördüncü boyuttaki bozulmayla birlikte Donnie'nin evinin üstünde oluşan zaman kapısından paralel evrene geçerek onun odasına düşer. Evrenin kurtuluşu, bu motorun tekrar ait olduğu yer olan, birincil evrene yollanmasına bağlıdır. Bunu yapacak olan kişi de 'canlı alıcı' dır. Canlı alıcının bazı ekstra güçleri oluşur. Neye göre seçildiği bilinmez ve buradaki canlı alıcı Donnie Darko'dur.
Paralel evrende bir başka ekstra gücü olan kişi 'Manipüle Ölü' dür. Paralel evrenin içinde ölen şahıs, zamanda yolculuk yapabilme gücüne erişir. Burdaki manipüle ölü de tavşan kostümlü Frank'tir. Frank, oluşturduğu emniyet tuzağıyla, Donnie'ye farkında olmadığı görevde yol göstermeye çalışır. Gretchen da (Jena Malone) aynı zamanda maniğüle ölüdür, ancak o aynı şekilde Donnie'ye görünmez.
(Sinema sahnesindeki tavşan-insan kostümleri diyalogu çok etkileyiciydi)
'Neden Donnie'ye okulun su borusunu patlattırdı veya Jim Cunningham'ın (Patrick Swayze) evini yaktırdı?' gibi sorular akla gelebilir. Okulun su basmasıyla Donnie, Gretchen'ı evine bıraktı ve çıkmaya başladılar. Jim Cunningham'ın evinin yanmasıyla da Donnie'nin annesi Sam'le birlikte şehir dışına çıkmak zorunda kaldı. Bütün bunlar, son gün Donnie'nin evinde verilen partiye ve oradan sonra Frank ve Gretchen'ın ölümüne yol açtı. Böylece Frank, Donnie'ye yardım edebildi.
Frank'in yardımları ve Roberta Sparrow'un kitabıyla, en sonunda her şeyi çözen Donnie, tam kara delik oluşmaya başlamışken, canlı alıcı olmanın verdiği telekinezi gücüyle bir uçak kazası oluşturarak, aynı jet motorunu, oluşan zaman kapısından birincil evrene gönderir ve dünyayı kurtarır.
Bütün bu manipüle canlılar (paralel evrende gördüğümüz herkes), paralel evrene olan yolculuğundan uyandığı zaman, rüyasındaki tecrübeleri hayal meyal hatırlar, birçoğu ise hiçbirşey hatırlamaz. Donnie'nin en sonda unutamayacağınız kahkahası, Jim Cunningham'ın ağlaması, Frank'in gözünü tutması, Gretchen'ın Donnie'nin annesine el sallaması buna örnekler.
( Gary Jules - Mad World) - Videoda spoiler vardır !
(Movie Soundtrack)
Kişisel
İnsan hayatını 28 günde özetleyecek olsak, herhalde Donnie'nin hayatı gibi olurdu. Bence bilim-kurgudan öte, çok ciddi drama ve duygusallık içeren bir film. Sicim kuramının baya bir hakim olduğu şu son birkaç onyılda, paralel evrenle ilgili birçok film-dizi izledik. Ama bu filmde hepsinden farklı şeyler görüyoruz. İnsanın doğasında bir özgürlük arayışı, bir meraklılık olduğunu görüyoruz. Mantıklı bir cevap için arayış... Donnie; 'Neden yaşıyoruz ? Amacımız ne ? Asıl plan ne ? Bizim de bir söz hakkımız yok mu ?' gibi, hemen herkesin kafasında zaman zaman yer bulan sorulara, saf bir şekilde, bütün doğallığıyla isyan ediyor.
İşin bilim-kurgu kısmına gelirsek, rüya ve deja-vu gibi henüz net olarak açıklanamamış kavramlara alternatif açıklama olabilecek kuramların kullanılması çok çok hoşuma gitti. Yönetmenimiz, Einstein, Stephen Hawking gibi bilim adamlarının çalışmalarıyla da ilgilendiğini bize gösteriyor. Ayrıca bunu lisedeyken yazmaya başlamış olması da, kendisinin karakterine olan merakımı daha da arttırıyor.
Eminim sizde filmi izlerken, Donnie'nin beden eğitimi öğretmeni olan Kitty Farmer'a bir 'THIS IS SPARTA' tekmesi yapıştırmak isteyeceksiniz. Ayrıca filmde baya güldüren bölümler de mevcut. Donnie'nin arkadaş grubu ile olan 'şirinler' muhabbetinde gülmekten koltuktan düşüyordum neredeyse. Bugünlerde baya meşhur olan Seth Rogen da, filmde ufak bir role sahip. Kısacası bu film, sadece 'kafa karıştıran bir film' değil. Donnie Darko karakterine hayran kalacağınızı düşünüyorum. İyi seyirler..
Film Süresi : 138 Dk. Film Türü : Drama,Fantastik,Macera Karşımızda bir dini hikaye var ve bana soracak olursanız, bu tarz filmlerde olabilecek en iyi yönetmen tarafından yönetilmiş; Darren Aronofsky (Black Swan, Requiem for a Dream, Pi, The Fountain). Din gibi subjektif yaklaşılan bir alanda, ciddi bir riske girilerek yapılmış olması bile takdire şayan. Clint Mansell'in muhteşem müzikleri ve üst düzey görselliğiyle karşımıza çıkan Noah, 125 Milyon $ bütçe ile yapılmış ve 360 Milyon $ civarı bir hasılat elde etmiştir.
Aronofsky'nin Ari Handel ile birlikte yazdığı filmin başrollerinde; Russell Crowe (Gladiator, A Beautiful Mind, L.A. Confidential), Jennifer Connelly (Requiem for a Dream, Blood Diamond, A Beautiful Mind), Anthony Hopkins (The Elephant Man, The Silence of the Lambs, Thor), Ray Winstone ( The Departed, Hugo), Emma Watson (Harry Potter, The Perks of Being a Wallflower), Logan Lerman (The Perks of Being a Wallflower, Stuck in Love) ve Douglas Booth'u görüyoruz.
Filmde, Hz. Adem'den sonra doğru yoldan tamamen sapan insan ırkının, Hz. Nuh ile yeniden türeyişine tanıklık ediyoruz. Tabiiki çoğunuz bu hikayeyi biliyorsunuz ama ben ufak bir özetini geçeceğim.
Filme aynı The Fountain filminin başındaki gibi, Tevrat'ın yaratılış bölümüyle başlıyoruz. Başlangıçtaki yoklukta, yılan tarafından kandırılan Adem ile Havva, yasak meyveden yerler ve Aden Bahçesi'nden kovularak dünyaya yollanırlar. Dünyada Adem ve Havva'nın Cain,Abel ve Seth adında üç tane çocuğu olur. Cain'in Abel'i öldürmesiyle, sadece Seth'in ve Cain'in soyu devam eder. Nefilimlerin (Diablo oynayanlar iyi bilir) de yardımıyla Cain'in soyu, kötülüğü yayan bir medeniyet kurar. 10 nesil böyle devam ettikten sonra, Seth'in soyundan olan Noah (Russell Crowe), babası Lamech'in, Tubal-Cain (Ray Winstone) tarafından öldürülüşünü izlemek zorunda kalır. Yıllar sonra Tanrı, Noah'a dünyada tek bir canlı bırakmayacak olan bir felaketin yaklaştığının haberini verir ve O'na, ailesini ve bütün hayvan türlerinden birer çifti kapsayacak olan bir gemi inşa etmesini emreder. Noah da, dedesi Methuselah (Anthony Hopkins) yardımıyla işe koyulur. Noah'ın oluşturacağı bu yapay seleksiyonda, insanoğlu hayatta kalmak için direnecektir.
Kişisel
Nuh tufanı hikayesinin temeli, Sümerlerin Gılgamış Destanı'na dayanır. Farklı anlatım şekilleriyle de olsa, bu hikaye din kitaplarında da yer aldı. Bizim izleyeceğimiz Tevrat versiyonu.
Bu filmi fantastik olarak nitelendirmekten çekinmedim, çünkü din adı altında olsa da, hikayeler şahit olamayacağımız cinsten. İnsanlar din kitaplarındaki metaforları yüzeysel yorumladığından, Aronofsky de orada yazanları, bazı ufak tefek eklemeler hariç birebir ekrana aktarmış. Sorgulanmayan hikayeler olduğundan da, bazı kesimlerden büyük tepki almış. Bu filmi izlerken önemli olan, kitapta bire bir yazanları değilde, Aronofsky'nin objektif yorumunu katmaya çalıştığı bölümleri dikkatle izlemek.
Aronofsky, inancı doğrultusunda, 'Tanrı' kelimesi yerine, 'yaratıcı' kelimesini kullanmayı tercih etmiş. Musevi kökenli olan yönetmenimiz için bazı yerlerde 'ateist' denilse de, çektiği filmlerden, bir tasarımcı olduğu inancına sahip olduğunu düşünüyorum. Methusellah ile torunu Noah arasındaki ilişki, kafasındaki yaratıcı-insan arasındaki ilişki gibi geldi bana. Bazı bölümlerde kelimesi kelimesine hikayeye sadık kalmış, bazı bölümlerde filme duygu katmak için doğaçlama yapmış (tufandan sonra gemide geçenlerin hiçbiri kitapta yer almıyor). Özellikle, yaratılışın ilk altı gününü, kitapta yazanla bilimi birleştirerek yorumlaması bence gayet başarılı. İlk gün oluşumundaki büyük patlama ve hayvanların evrimleşerek türlere ayrılması buna en önemli iki örnek (Charles Darwin'in ortak tek bir atadan türeyen canlı evrimi değilde, Lamarck'ın savunduğu gibi, birkaç atadan türeyişi görüyoruz). Aşağıda bu yaratılış videosunu paylaştım, filmi izlemediyseniz izlemenizi tavsiye etmiyorum. İzleyenlerin de bir daha izlemesini tavsiye ediyorum. Son yarım dakikaya dikkat; brother against brother, nation against nation, man against creation.
Ortaokulda, Noah ile ilgili yazmış olduğu şiirle, okulunda ödüle layık görülen Aronofsky'nin, bu konuya ayrı bir ilgisinin olduğunu ve yıllar boyunca bu filmi çekmeyi hayal ettiğini düşünebiliyorum. Sizlere düşen, aynı kitabı yorumladığınız gibi yüzeysel değilde, Aronofsky'nin, aralara serpiştirdiği kendi yorumuna konsantre olmanız.
İnsan yasak meyveyi yediğinde çıplak olduğunu farketti ve utanç duygusunu hissetti. Yasak meyve ile gelen; nefret,hırs,kibir gibi 'kötü' olarak nitelendirebileceğimiz duygularla dünyaya sürüldü. Aden Bahçesi'ni hakettiğini gösterebilmek için bu duygulardan arınması gerekiyordu. İnsan için umut var mıydı ? Noah insan ırkıyla ilgili umutlarını kaybetmişken, Ila'nın kucağındaki ikizleri gördü. Ve onlara bakarken içindeki yasak meyve kalıntıları bir anda yok oldu. İnsanoğlu o bahçeye girecekse, bu karşılıksız sevgi ve karşılıksız iyilikle olacaktı. İnsan için hala umut vardı. Ve Noah, o iki bebeği öldürmedi.
Filmin sonunda ise gökyüzünde gördüğümüz gökküşağından Tevrat'ta şöyle bahsediliyor; 'tufandan sonra bulut üzerine yay çektim ve bunu bir daha kıyamet kopana değin bu şiddette yağmur yağmayacağının nişanesi kılmaya ahdetim'. İnsan olarak, neyi nasıl yorumlayacağımız bize kalmış. Bu filme gelecek olursak; bence görsel olarak gayet başarılı. Clint Mansell'in müzikleri zaten fevkalade. Bilinen bir konuyu, minimum tepki almaya çalışarak yorumlamış Aronofsky. Bende olumlu duygular bıraktı, umarım sizde beğenirsiniz. İyi seyirler.
Film Süresi : 119 Dk. Film Türü : Drama,Macera,Duygusal
Danny Boyle (Trainspotting, Slumdog Millionaire, 127 hours), 1996 yılında Alex Garland'ın yazdığı The Beach isimli kitabı, 2000 yılında beyaz perdeye aktarmıştır. Berlin Film Festivali'nde Altın Ayı ödülüne aday gösterilen filmin başrolünde Leonardo DiCaprio'yu (Inception, The Departed, The Wolf of Wall Street) görüyoruz. Tabii başrol olmasa da, diğer oyuncular Robert Carlyle (Trainspotting, 28 Weeks Later), Tilda Swinton (Young Adam, Constantine, Vanilla Sky), Virginie Ledoyen ve Guillaume Canet'e de (Love Me If You Dare) ayrı bir parantez açmamız gerekiyor.
Richard'ın (Leonardo DiCaprio) macera arayışı, O'nu Tayland'a sürüklemiştir. Evinde bulamadığı özgürlüğü bulabilmek için, bütün sınırları zorlamaya hazırdır. Kaldığı yerdeki ilk gecesinde, hafif çatlak karakterimiz Daffy (Robert Carlyle) ile tanışır. Daffy, O'na kusursuz güzellikte bir sahilin bulunduğu adadan bahseder. Ancak Richard, Daffy'nin kafadan çatlak olduğunu düşünerek ona pek de inanmaz. Ertesi sabah, yan odasında Daffy'nin kanlı cesedi ve kapısında adanın yerini gösteren bir harita bulunca işler değişir. Diğer yan odasında kalan çift Etienne (Guillaume Canet) ve Françoise'yı (Virginie Ledoyen) gazlar ve bu üçlü adayı bulmak için yola koyulur. Bu adanın nasıl bir yer olduğuna, hatta var olup olmadığına dair bile hiçbir fikirleri yoktur. En sonunda adanın yerini bulurlar ve oraya yüzmeye karar verirler. Üçlümüz adaya yüzerken, siz de ekran başında çok ayrı bir dünyaya yol almaya hazır olun.
Kişisel
Üçlümüz adaya ayak bastığı andan itibaren her gördüğünüz manzarayla ayrı şeyler düşünüyoruz. Oradaki yaşamı gördüğümüzde, bir medeniyetin nasıl kurulabileceğine dair fikir sahibi olurken, insanın doğasının nasıl bozuk olduğunu görüyoruz. Kalabalıklaştıkça nasıl saflıktan,dürüstlükten uzaklaşıp, somut şeylerde mutluluğu arayan bir topluma dönüştüğümüzü görüyoruz. Korkuyla gelen savunma mekanizmasının, güven kelimesinin anlamını zedelediğini görüyoruz. Bütün bunların oluşturduğu yapmacıklığın, özgürlük kavramını nasıl yok ettiğini görüyoruz. Özet olarak; 'Nasıl bu hale geldik ?' sorusunun olası cevaplarını görüyoruz.
(Bu bölüm spoiler içerir)
Tabii bu bana göre en önemli tema olduğu için, önce yazmak istedim. Herkesin farklı şeyler hissetmesi mümkün. Filmin birçok yerinde çok ciddi şekilde heyecanlandığımız, kahkaha attığımız, dehşete düştüğümüz anlar da var. Richard'ın; Françoise'yı ada yolculuğuna çağırmadan önce odasında yaptığı prova ve kapıya gittiğinde karşısında Etienne'i bulunca saçmalaması, temizlikçi kadına elektrik tehlikesini anlatmaya çalışması, köpekbalığı şakasına verdiği tepki ve öldürdüğü köpekbalığını anlatışı baya komikti.
Ben filmi izlerken adeta adaya gittim. Eminim her izleyen de gerçek hayattan biraz kopup oraya gidecektir. Kesinlikle başarılı bir film. İyi seyirler.
Not: Filmi izledikten sonra Moby'den, 'Porcelain' isimli parçayı dinlemenizi tavsiye ediyorum.
Film Süresi : 105 Dk. Film Türü : Drama,Duygusal Mike Mills tarafından yazılan ve yönetilen Beginners ilk olarak 2010 yılında Toronto Uluslararası Film Festivali'nde gösterilmiştir. Başrollerinde Ewan McGregor (Star Wars, Trainspotting, Perfect Sense), Mélanie Laurent (Inglourious Bastards, Now You See Me, Enemy) ve Christopher Plummer (A Beautiful Mind, The Girl With the Dragon Tattoo) oynamaktadır.
Film, Oliver'ın (Ewan McGregor), babası Hal'ı (Christopher Plummer) kaybettikten sonra yaşadıklarını flashbacklerle açıklayarak anlatıyor. Flashbacklerin özetini ilk paragrafta, Hal'ın ölümünden sonra Oliver'ın yaşadıklarını ise ikinci paragrafta anlatmaya çalışacağım.
Oliver'ın dünya tatlısı annesi Georgia (Mary Page Keller), Hal'a aşık olduğunda O'nun gay olduğunu bilmesine rağmen, bu durumu değiştirebileceğini düşünerek Hal ile evlenmiş. Sevimli gay amcamız heteroseksüel olamayınca, Oliver annesinin mutsuzluğunun gölgesinde büyümek zorunda kalmış. Hal, Georgia'nın kanserden ölümü sonrasında, Oliver'a gay olduğunu açıklayarak, hayatının geri kalanını bu yönünü keşfederek geçirmek istediğini söylemiş. Yaşamının son beş yılını, sonradan tanıştığı Andy (Goran Visnjic) ile hiç olmadığı kadar mutlu bir şekilde geçiren Hal da Georgia'yla aynı kaderi paylaşıp, kansere yenik düşerek ölmüştür.
Babasının ölümüyle, köpeği (Arthur) Oliver'a kalır. Boş vakitlerini sadece Arthur'la geçiren Oliver'ı arkadaşları bir gece zorla partiye götürür. Oliver partide Anna'yla (Mélanie Laurent) tanışır ve kısa sürede birbirlerinden etkilenirler. Anna, şehirde kısıtlı zamanı olan bir aktristtir. O'nun da kendine ait ailevi problemleri vardır. İkili, ortak enkazlarıyla yeni bir başlangıç yapmayı deneyecektir.
Bu iki paragrafı iç içe geçirdiğimiz zaman, karşımıza baya tatlı,duygusal bir film çıkıyor..
Kişisel
Filmde, yazar-yönetmenimiz, Oliver olarak kendisini canlandırmış. O yüzden filmi izler izlemez 'oyy kıyamam sana' deyip, Mike Mills'in yanına sıcak bir battaniye ile gitmek isteyebilirsiniz. Baya duygusal olmakla birlikte, ulaşmakta güçlük çektiğimiz pozitif duygularımıza köprü olabilecek bir film.
Georgia'nın oğluna karşı tavrı, Hal'ın gay olduğunu açıkladıktan sonraki doğallığı ve yakaladığı mutluluk, Anna'nın Oliver'a ulaşmadaki başarısı, Oliver ile Anna'nın birbirlerine savunmasız bakışları, dünya tatlısı köpeğimiz Arthur'a verilen altyazılar ve daha sayamadığım birçok şey duygularımızın kıpraşmasını sağlıyor. Ayrıca hayata adapte olmaya çalışırken kaybettiğimiz insani duygularımızı, bize az da olsa hatırlatıyor.
Bir Türk insanı olarak, 'babası eşcinselse çocuğu nasıl yaptı?', 'üff kız da iyiymiş', 'konuşan köpek mi olur?', 'bence senin baban da gay' gibi gereksiz diyaloglara girmeyelim. Tabi duygu patlaması yaşayıp, barda tanıştığınız ilk insana içinizi de kusmayın. Bu sadece bir film gençler. Ama güzel ve çok tatlı bir film. İyi seyirler :)
Film Süresi : 96 dk. Film Türü : Bilim-Kurgu,Duygusal,Drama
Çok büyük bir hayranı olduğum Darren Aronofsky (Pi, Requiem for a Dream, Black Swan) tarafından yazılan ve yönetilen The Fountain'in çekimlerine 2002 yılında başlandı. Başrol oyuncuları olarak belirlenen Brad Pitt (Fight Club, Inglorious Bastards, Joe Black) ve Cate Blanchett'in (Lord of The Rings, Blue Jasmine, The Curious Case of Benjamin Button) ayrılmasıyla çekimler durduruldu. Warner Bros daha önce 70 milyon $ olarak belirlediği bütçeyi 35 milyon $ a düşürdü. 2005 yılında Hugh Jackman (The Prestige, Wolverine, Les Misérables) ve Rachel Weisz (Constantine, The Mummy, Sunshine) ile anlaşılmasıyla birlikte çekimlere yeniden başlandı. 2006 yılında vizyona giren The Fountain hasılat olarak hayal kırıklığı yaratsa da, beni kendine hayran bıraktığı gibi birçok izleyiciyi de etkilemiş olduğunu düşünüyorum. Kesinlikle bir kere izleyip, üzerinde kısa bir yorum yapıp bırakamayacağınız bir film The Fountain.
Film bize Tevrat'ın 1. Bölümü olan 'Yaratılış' tan bir ayet vererek başlıyor. Diğer kitaplarda da nerdeyse aynı olan bu ayette Adem'in yasak meyveden yiyip Havva ile beraber Aden Bahçesi'nden kovulması ve Tanrı'nın hayat ağacını korumak için bahçeye alevli bir kılıç yerleştirmesinden bahsedilir.
Tom (Hugh Jackman), ölümün de bir hastalık olduğunu ve tedavisinin bir gün bulunup sonsuz yaşama kavuşulabileceğini düşünen bir doktordur. Kanser hastası eşi Isabel (Rachel Weisz) ise sonsuzluğun ancak ölümle bulunabileceğini düşünmektedir. Ölümün yavaş yavaş yaklaştığını hisseden Isabel, kocasından 'The Fountain' adını verdiği kitabını bitirmesini ister.
Kitap 16. yüzyılda papalık tarafından tehdit edilen bir İspanya'da, günümüzde ve 26. yüzyılda geçmektedir. 16. yüzyılda Tomas (Hugh Jackman) kraliçe Isabella'nın (Rachel Weisz) isteği üzerine yaşam ağacını aramaya koyulur. 26. yüzyıla kadar uzanan bu yolculuk, Mayaların inancına göre ölümün sonsuzluğa kavuştuğu Xibalba'ya kadar sürecek ve ortak bir gerçeklikte son bulacaktır.
Kişisel
(Bu bölüm spoiler içerir) Darren Aronofsky, Pi filminde de olduğu gibi, hayata dair teorilerini çok güzel metaforlarla açıklamış. Eski Ahit'ten yaratılış bölümünü alıp, mayaların Xibalba inancı metaforuyla Big Bang Teorisi'ne bağlayan Aronofsky, bunu Hinduizm inancındaki 'insan ile Tanrı'nın bir olduğu şuuru' ile filme aktarmış. Tom'un aydınlanma yaşayarak ölümün sonsuzluğa giden yol olduğunu kavrayıp, kendi parçalarından yeni bir yaşama hayat verdiğini unutmayalım. Bütün bunları göz önüne alırsak Aronofsky'nin eski ve yeni, bütün yaşam teorilerini yakından takip eden bir teist olduğunu düşünebiliriz.
Günümüzde bilim adamları, bilgisayarları bilince ulaştırma, insan yaratılışı, ölümsüzlük gibi kavramları araştırmaktadır. Tom'un bilim adamlarını, Isabel'in ise Aronofsky'yi simgelediğini düşünüyorum.
Film boyunca Isabel, Tom'a sürekli 'finish it' derken kitabın nasıl bitmesi gerektiğini anlatmaya çalışıyor. Aronofsky'nin de ısrarla vurguladığı şey; filmin başındaki ateşten kılıcı olan bahçe koruyucusunun söylediği ve Tom'un da filmin sonunda farkına vardığı gibi, ölümün sonsuzluğa giden tek yol olduğudur.
Bilim-kurgu kısmını bir kenara bırakırsak, Isabel'de ölümü kabullenmenin verdiği huzurla, dünyadaki güzellikleri kaybedecek olmanın verdiği korkuyu birarada görmek baya bir içimize dokunuyor. Filmin geçtiği üç zamanda da sonsuzluğa ulaşma çabasındaki anahtarın aşk olduğunu da unutmayalım. Tabii bana göre filmin en zor anı; Tom'un en sonunda, uzun zamandır aradığı cevabın ölümde olduğunu anladığı ve Xibalba'ya ulaştığı andı. 'Death is the road to awe' isimli parçanın son bir dakikasında gözlerinizi kapatıp, bu sahneyi tekrar tekrar yaşayacaksınız.
Darren Aronofsky'nin diğer filmlerinde olduğu, gibi bu muhteşem soundtrackler Clint Mansell'e ait. Bilmeyen varsa, kendisi yine bir Aronofsky filmi olan Requiem for a Dream'in meşhur müziklerini yapan kişidir. 'Requiem for a Dream'i izlemedim' daha diyorsanız kesin izlemenizi, 'izledim ve sıkılıp kapattım' diyorsanız da kendinizi tokatlamanızı tavsiye ediyor, iyi seyirler diliyorum.
Film Süresi : 95 dk. Film Türü : Romantik,Komedi,Drama
'Mükemmel!' kelimesiyle yazıya başlamak istiyorum. Türünde izlediğim en iyi film olan (500) Days of Summer 2009 yılında Sundance Film Festivali'nde ayakta alkışlanmıştır. Mark Webb tarafından yönetilen filmin başrollerinde Joseph Gordon-Levitt (Dark Knight Rises,Don Jon,Inception) ve Zoey Deschanel (Yes Man) bulunmaktadır.
Evet ilk bilmeniz gereken ; bu film bir aşk hikayesi değildir. Tom'un (Joseph Gordon-Levitt) Summer'la (Zoey Deschanel) olan ve 500 gün süren ilişkisini doğrusal olmayan bir şekilde anlatır. Tom mimarlık okumuş, ancak bir tebrik kartı şirketinde yazar olarak çalışmaktadır. Summer'la tanıştığı güne kadar hiç gerçek mutuluğu yaşamamıştır. Michigan'dan gelen ve Tom'un patronunun asistanı olan Summer ise aşkın varlığına inanmayan,inanmak da istemeyen bir kızdır. Fragmanda paylaşılandan fazlasını yazmayı düşünmüyor ve kişisel bölümüme geçiyorum.
Kişisel
Evet yazarımız yaşadığı ayrılık acısını öyle bir anlatmış ki, bu filmi erkekliğin milli marşı olarak yorumlayabilirim. Daha önce hoş olmayan ve etkisi uzun süren bir ayrılık yaşayan her insanın daha bir ekstra hoşuna gideceğini düşünüyorum. Burdan itibaren yazacağım iki paragrafı filmi izledikten sonra okumanızı tavsiye ediyorum.
Genelde filmlerde bir aşk acısı olur ve çift bir şekilde birbirine döner. Evet buna mutlu son denir. Fakat karşınızda hayatınızın içine sıçan biri varsa mutlu son daha farklı olmalıdır. Fesat arkadaşların aklına intikam geldi biliyorum ama tabii ki ondan bahsetmiyorum. Bu film bir vazgeçmenin değil vazgeçebilmenin hikayesidir. Önyargıların nasıl oluştuğunun hikayesidir.
Tom'un asansör sahnesinde donup kalması, daha sonra Summer'ın dikkatini çekmek için yüksek sesle The Smiths dinlemesi filan inanılmaz komikti. İlişkide olmadığını iddaa eden Summer'a atarlanarak kapıyı çarpıp gittiğinde arkadaşımla gol sevinci yaşadığmızı hatırlıyorum. Ama herhalde en mükemmeli geçirdikleri ilk gecenin sabahındaki müzikaldi. Bu duygu daha mükemmel bir şekilde anlatılamaz. Sonunda tanıştığı kızın adının Autumn (sonbahar) olması ve iyi olanın bir şekilde hayatta kalmayı başarmasıyla bizde film sonunda yüzümüzde kocaman bir tebessümle ayrıldık.
Son olarak Tom'un dünya tatlısı kız kardeşine, 'expectations and reality' sahnesine, filmde duyduğumuz The Smiths şarkılarına ve en baştaki Jenny Beckman'a yazılan mükemmel nota ayrı bir parantez açıyor, iyi seyirler diliyorum.